8 Ağustos 2012 Çarşamba

Dinlemeseydim iyiydi





Sayısı çok değil ama daha önce de böyle köşe bucak insanlardan kaçıp, bir kitabın içine saklanmışlığım var benim.  Bunu yapabiliyorum; bir yazarın kitabının satır aralarına girip yemeden içmeden günlerce -kitap bitene kadar- orada saklanabiliyorum.  

Daha yeni karşılaştım Mahir Ünsal Eriş'in "Bangır bangır Ferdi çalıyor evde" adlı ilk kitabıyla...
Kapak güzel. Benim de ilk kitabımın kapağı siyah-beyaz bir fotoğraf karesiydi... Bu beni kitaba çekmiş olabilir...  Emin değilim. Ya da ismini okuduğumda "İşte bu bizim ev!" tanıdıklığıydı kitabı aldırtan. Bizim evde de Ferdi'nin sesi köşedeki bakkal Hamdi Amca'dan duyulurdu çünkü...


"Dünya mı karanlık
Yoksa ben mi görmüyorum
Yaşamak azap oldu
Sürünüyor Ölmüyorum
Akşam güneşi aşıyor
Yine dertlerim başlıyor
Ufuktaki kızıl gurup
Yüreğimi ateşliyor
Dertli çalma garip sazım
Bugün yaralarım azgın
Yıllar yılı gam çekerim
Yorgun gönlüm bitik ezgin
Akşam güneşi aşıyor
Yine dertlerim başlıyor
Ufuktaki kızıl gurup
Yüreğimi ateşliyor."

Ferdi'li günler demek, 80 öncesi 'çocuk, genç' olmak demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, ezan saatinden önce -bu baba gelmeden önce demek oluyordu biraz da- evde olmak demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, kapı önlerine kilim serip, en sevdiğin, (aslında en kıskandığın, mahallenin en güzel ve zengin kızına) -masusçuktan- gazoz kapağında kek ikram etmek demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, siyah-beyaz televizyon'dan, koca gözlü radyo'dan terfi edip şarkılı arabesk filmlerde salya sümük ağlamak demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, yalandan bilgisayar oyunları değil, sokak oyunları ve yalandan kan revan değil dizlerimizde gerçek kan demek çünkü.

İçindeki öyküler saklandığım yerde içimin bir yerlerinden yakaladı beni.
Arkadaşı ölen çocuğun yanına çöküp, ezan saatine kadar zamanın geçmesini bekledim...
Gülderen için tuttum yakasından  Mithat Bey'e sövdüm...
Biten bir aşkın ardından, aşıkları hastane odasında bırakıp, gittim Zeytin Adası'na karşı Engin'de çay içtim.
Hayatla erken yaşta 'yanlışlıkla' çarpışmış ve 8'de 8 suçlu bulunmuş bir 'konsomatris'in cenaze törenine gittim, bir iki sardunya diktim... Kıvırcık saçlı kız çocuklarını sevdim ama en çok Şefika'nın başını okşadım. "Kadınlar hep olmadık zamanlarda gider" diyen Mahir Ünsal Eriş'e söylendim içimden, erken giden 'adam'ları hatırlayıp... Ve adliyeye giderken bir vapurun içinde iki yabancı insan gibi öylece hareketsiz oturup,  tepemizdeki martıları tanık yazıp, döner kapıdan içeri girip, 3 dakika içinde boşandığımı anımsayıp kaldım öyle saklandığım yerde.

Korkmadım. Karanlıktan korkmam ben.
Bangır bangır Ferdi çalınan evlerde büyüyen genç kızlar ve delikanlılar karanlıktan korkmazlar çünkü... Ya da bana öyle gelir.

Mahir Ünsal Eriş'in kitabı elimizden tutup bizi 'iskandinav koltuklu zamanlar'a götürüyor.
İçimizde çoktan kapandı sandığımız, 'Acımadı ki! Acımadı ki! Acımadı ki!" diyerek anılara dil çıkarttığımız o zamanlara götürüyor.
Gülümsetiyor, özletiyor, umutlandırıyor...
İnsanın içinde "seviçten yapılma kocaman bir balon şişiriyor" ve havalandırıyor...

Şimdi bitti kitap. Çıktım saklandığım yerden. Yazmaya başladım.
Ya şimdi yazacaktım, ya sonsuza kadar bu kitap hakkında bir kelam etmeyip susacaktım.
Yine susardım da bir kadeh rakı, bir de Ferdi girdi kanıma...
Dinlemeseydim iyiydi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder