Mezarlıktan çıktığımızda müzik
sesi de kesildi. Yüzümüze tuhaf tuhaf bakan, paçalarının içine toprak dolan
mezar kazıcı adamın arkamızdan “Tövbe tövbeeee… Allah’ım sen günahlarımızı
affet… ” dediğini duydum. Ölümün karası yüzüne
sinmiş adam haklıydı, mezarlıkta son ses müzik çalınması da nerede görülmüştü. İçim,
çocukluğumdan beri ürktüğüm uçurumlar kadar korkutucuydu. Yine de baktım boşluğa.
Bir binanın en üst katından aşağıya sarkmış gibi ayaklarımdan bedenime doğru
kanım çekildi.
Hepimiz susuyorduk. Konuşursak
içimizdeki boşlukta cümleler yankılanıp kulaklarımızı sağır edebilir korkusuydu
bu galiba. En azından benim korkum buydu. Küçük adımlarla ayrıldık taze toprak
ve ot kokusundan. Mezarlığın hemen dışına park ettiğimiz arabaya bindik.
Marşa basmadan önce, “Bu müzik çok
mu saçma oldu kızlar?” diye sordum. Yanıtı beklerken burnumu sildim. Hiç biri ses
çıkarmadı. Kendimi kendim yanıtladım yine, “Ama o, böyle olsun istemişti…”
Biz yedi kişiydik. Yedi kadın.
Bazılarımız birlikte büyümüş, çocukluktan genç kızlığa birlikte geçmiş,
bazılarımız üniversite yıllarında aynı şehirde okumuş, kimimiz de çok sonra bu
dostluğa dahil olmuştu. Farklıydık, benzerdik, aynıydık, ya da bunların hiç
biri değildik. Belki de tek ortak noktamız bize yazılan hikayelerin satır
aralarında sıkışıp kalmışlığımızdı.
Hiç merak etmedik.
Ağustos taklidi yapan bir eylülün
sonlarındaydık… Yaz, elini alnımızdan çekmemişti henüz. Esmer tenimize beyaz
şilebezi elbiseler giyip turkuaz akşamlarda buluşmayı seviyorduk. Bizim için
sıradan bir hafta sonu akşamıydı. Bahçedeki uzun ahşap masanın üzerine mavi
masa örtüsünü serip, hepimizin olmazsa olmazı zeytinyağlı mezeleri öğlenden
hazırlıyor, hava kararmaya başladığında da sohbetin, şarkının, türkünün dibine
vuruyorduk. Mutluyduk, çünkü henüz o yaşıyordu.
Zeki Müren’in sesini bastırmaya
çalışan Fulya, “Ne kadar çok kıymıklarımız var farkındasınız değil mi?” diye
sordu boynundaki kolye ile oynarken…
“Yine başladı bu felsefeye, kızım
kaç kadeh içtin sen?” diye dalga geçti Yağmur. Yağmur’un söylediklerine hiç
aldırmadan kıymık söylemine bir açıklık getirdi Fulya elini kolyesinden
çekmeden, “Düşünsenize, biz hepimiz ne çocuklarımıza anne olmayı becerebildik,
ne annelerimizin istediği gibi kadınlar olabildik. Ne çok arada kaldık aslında
hiç düşündünüz mü?”
“Biri buna artık rakı vermesin, bu
içince felsefeye başlıyor, tadımız kaçıyor, hadi bakalım buyur şimdi burdan
yak” diye kafa salladı Yağmur yine gülerek.
“Arada kalmamız, arafta olmamız
normal değil mi kızım, biz boyun eğmiş annelerin kızlarıyız çünkü… Babalarına,
abilerine, kocalarına, tabularına, çevre baskısına boyun eğmiş kadınlar doğurdu
bizi, olacak o kadar kıymıklarımız…” dedi Yeşim.
“Doğru söylüyor Yeşim” diye onayladı Ilgın, “Biz
kendi kimliğini henüz bulamayan, çoğu çalışmayan, geçinmek, giyinmek, karnını
ve çocuklarını doyurmak için ‘erkek eline bakan’ annelerin çocuklarıyız. Çoğumuz
cinsellik nedir bilmeyen, kendi bedenini henüz keşfetmemiş, kocasından başka
bir erkeğe bırak dokunmayı-sokulmayı, gözlerinin içine dimdik bakamayan
kadınların çocuklarıyız. Eee… buradan bakınca da kıymıklarla yaşamamız çok
olağan yani…”
“Onun için mi acaba anne
babalarının sevgi sözcükleri ile büyümedi bizim nesil?” diye sordum.
“Kızım onlar Amerikan filmlerinde
oluyor. İzlemeyecektin çok fazla, kim dedi sana küçükken otur da Küçük Ev’deki
sevgi pıtırcıklarını izle diye… Ne sevgi sözcükleri Allahaşkına ya… İçimizden
hanginizin babası ya da annesi ‘seni seviyorum prensesim’, diye üstünü örtüp
iyi geceler diledi? Ha yani ben görmedim de duymadım da, var mı içinizde böyle
büyüyen şanslı?” diye alaylı bir ses tonu ile sürahiye uzandı Aysel.
“Yemin ederim, şiştim
muhabbetinizden ha! Yok mu daha keyifli bir konu? Yok efendim kıymıkmış, yok biz
arada kalmış bir nesilmişiz… Kafam kaldırmıyor kızlar bu saatte bu kadar ince
muhabbeti…” Bunları diyen de Serra’ydı.
“İçimizden biri eksildiğinde ne
yaparız biz? Giden, gittiğiyle kalır da, asıl kalanlar boku yer” dedi birimiz
konuyu değiştirmek için. Argoyu severdi, ona yakışırdı da… “Hah, bak bu mevzu
daha iç açıcı. Konuyu değiştirdiğin iyi oldu. İçimiz açıldı… Ne yapacağız kızım?
İlk çekip giden çayı koyacak ocağa” dedim. Diğerimiz, rakısından bir yudum
çektikten sonra “Unutmayın kızlar” dedi, “Vasiyetim var, ben sizden önce
ölürsem, beni o deniz kasabasına, denizi gören bir yere gömeceksiniz.” Güldük,
“Yer bırakmamışlar kızım orada, zenginler en manzaralı mezarlıkları da
kapmışlar” dedim. “Ben anlamam arkadaş” dedi, “öbür tarafta iki elim yakanızda
olur ona göre…”
“Ben sizden önce ölürsem, hiç
uğraşmayın törenle falan, küvette yakın beni. Küllerimi de paylaşın. Hatta rakı
masasına koyun bir kavanozun içinde, bensiz içerseniz affetmem Allah’ıma” dedi
yine içimizden biri. Gülüştük. “Korkarım ben, istemem rakımın yanında kül mül”
dedim. “Zıkkımlandığımız sigara külünün yanında hiç kalır gerçi ya… “ diye de
ekledim. “Sahi ya, bir arada olunca bokunu çıkartıyoruz sigaranın kızlar ya,
bırakalım şu mereti artık, cildimiz kırıştı ha…” dedi biri elini yüzündeki henüz
derinleşmemiş çizgilere dokundururken. “Ne alakası var Allah aşkına, sanki on sekizde
haspam, kırışacağız tabii kızım, kırklı yaşlardayız farkındasın değil mi?”
dedim yaş konusu açtığıma bin pişman…
“Ben sizden önce ölürsem benim mezarımın
başında o şarkıyı çalın mutlaka” dedi o. “Yok artık, daha neler? Yaka paça
atarlar bizi mezarlıktan kızım, adam akıllı bir şey iste” diye karşılık verdi
birimiz. “Ben ciddiyim, o şarkıyı çalın” dedi peynir tabağına uzanırken. Ağzına
iri bir parça peynir götürüp yüzümüze baktı. Ciddiydi.
Zeki Müren susmuş, yerini Neşet
Ertaş’a bırakmıştı. “Zahide’m kurbanın olayım, ne olacak halim, yine bir laf duydum,
kırıldı dalım…”
Mutfağa buz almaya giderken,
Zahide’nin acıklı hikayesini hatırlamaya çalışıyordum bir yandan da…
ILGIN.
İnce uzun bir kadın eli
şeklindeydi kapı tokmağı. Çocukluğumdan beri hiç değişmemişti. Değişmesindi
zaten, ben o soğuk ele dokunup, o demir kapıyı böyle açtırmayı seviyordum
yıllardır. Tokmağına üç kez vurdum. Açıldı. Kısa saçlı, makyajsız, minyon bir
kadın gülümsedi eşikte. Kapı
tokmağındaki ele benzeyen elleri vardı, ince uzun… “Ben Ilgın” dedi sakin bir
sesle, “Selim’in eşiyim.”
Selim, çocukluk arkadaşımdı. Beş yıldır
cezaevindeydi. Ilgın’la ailesinin bile haberi olmadan sessiz sedasız
evlenmişlerdi. Duymuştum, haberini almıştım ama karşılaşmayı hep ertelemiştim. İçeriye
geçtim. Kalabalıktı. Sebahat teyzeye sarıldım önce, Selim’in annesini kendi
annem gibi sever, hatta onunla dertleşmeye bayılırdım. Selim, köşede oturuyor
ve önündeki eski bir gazeteyi okuyordu. Cezaevinden çıktığı için sanırım, bizim
artık önemsemediğimiz günü geçmiş gazete manşetleri onun için yeniydi. Çok zayıflamıştı. Saçları biraz dökülmüş, sağ
kaşının hemen üzerinde ince bir yara izi vardı. Yüzüme bakıp Sebahat Teyze ile
konuşmamın bitmesini donuk bir ifadeyle izledi. Sanki yan dairedeki komşuyu
karşılar gibi, ‘usulden’ ayağa kalktı. Oysa, beni coşkuyla kucaklayacak sandım.
“nerede kalmıştık?” diyeceğiz ve kaldığımız yerden başlayacağız sandım. Olmadı.
Eskisi gibi kocaman gülmedi. “Geçmiş olsun Selim” dedim. “Sağolasın” dedi,
sanki yapmak istediğimiz bir görevi baştan savıyormuş gibi sarıldık kısacık. Ilgın’a
baktım. Sıcacık gülümsedi. İçimi doldurdu o gülümseme.
Daha sonra en iyi arkadaşlarımdan
biri oldu Ilgın. Çeviri yapıyordu evde Selim’le. Daha önceki evliliğinden bir
oğlu ve oğlunun dağ gibi sorunları vardı. Üstelik Selim cezaevinden çıktığından
beri iyice içine kapanmıştı. Fazla konuşmuyor, konuştuğunda da ya “Kahve var mı?”
diye soruyor, ya da acıktığını söylüyordu. Telefon açtığımda da kısa kısa
yanıtlarla, ahizeyi Ilgın’a tutuşturuyordu.
Tek katlı bahçeli evlerinde
Selim’le ve Selim’in delirten sessizliği ile yaşlanıyor olmaktan şikayetçi
değildi Ilgın… “Selim’le evlenmeye karar verdiğimde hazırdım ben böyle
yaşamaya, alıştım” diyordu. Başka türlü bir hayat istemiyordu, ona sunulan bu
hayatı alıp kabul ediyor ve sorgusuz sualsiz yaşamayı seçiyordu. Karşısına Cenk
çıkana kadar da o yaşamı sürdürdü zaten.
Kitap fuarında karşılaşmıştı
Cenk’le. Bir yayınevinin editörlüğünü yapıyordu. Bileğinin içinde dövmesi olan,
saçlarını arkadan toplayan, kulağında minicik küpesi ile Cenk, Ilgın’ın çok
‘çılgın’ bulduğu biriydi. Gürültülü müzikler dinleyen, çok kitap okuyan,
altındaki motosiklet ile dünyanın yolunu yapan bu genç adam Ilgın’dan on altı
yaş küçüktü. Mardinli’ydi ve Ilgın’ın en çok gitmek istediği yerlerden biri
Mardin’di. Cenk, Ilgın için hiç gitmediği o kentin gecesinden taş sokaklarına
yansıyan gizemli bir aydınlık gibiydi. Sonu karanlık ama bir o kadar da baştan
çıkarıcı…
Ilgın’a hastalıklı derecede tutkun
olan Cenk’in coşkusuna, heyecanına ve yaşamına ayak uydurmak, üstelik bunu evli
iken yapmak, Ilgın’ın altından kalkabileceği bir şey değildi. Motosikletle
yolculuk yapmaktan deli gibi korkuyor, ama yine de motosikletin arkasına binip,
Cenk’in genç bedenine sarılmak ve onun evine giden yolları hızla geçmek heyecan
veriyordu.
“Cenk’le sevişirken hiç
utanmıyorum. Hatta seviyorum bedenimi” diyen Ilgın o eve her gittiğinde kafası
daha da karışık dönüyordu. Cenk’in evinden çıktığında asansörün aynasında
kendisine bakarken bir daha o eve girmemeye ve Cenk’le sevişmemeye yeminler
ediyor, ama onun çocuk yüzünü görünce kendisine verdiği tüm sözleri unutuyor, bedenini yeniden keşfetmesi için her seferinde
o rutubet kokan yatakta kendisini Cenk’e bırakıyordu.
Bu ilişkiyi yürütemeyeceğini bir
akşamüzeri her zaman gittikleri kafede çay içerken söyledi genç adama. Ama
ayrılmak, sandığı kadar kolay olmadı.
Telefonda sesi çok endişeliydi.
“Cenk’e ayrılmak istediğimi
söyledim bugün”
“En doğrusunu yapmışsın Ilgın.
Nihayet bu kararı verecek gücü kendinde buldun… İyi misin peki?”
“Değilim. Çünkü beni bırakmıyor”
“Ne demek bırakmıyor ya? Zorla mı
sürdürecekmiş bu ilişkiyi? Zaten ne kadar zorlandığını görmüyor mu? Bittiyse
bitmiştir, kabul etsin.”
“Anlamıyor işte, bugün defalarca
söyledim. Beni öldürmekle tehdit etti. Silahı bile var inanabiliyor musun? Öyle
kolay değilmiş istediğim zaman gitmek, onu başımdan atıyormuşum, onunla dalga
mı geçmişim bunca zamandır, ben istediğim zaman değil, o istediği zaman ayrılabilirmişim
ancak. Selim’e anlatacağım ben her şeyi. Ne olacaksa olsun.“
“Manyaklaşma Ilgın. Biraz bekle, yüz
yüze konuşalım bunu, böyle telefonda olmaz. Ne yapacağımıza karar verelim. O
kadar kolay mı kızım silahı çekip vurmak. Psikopat mı bu çocuk?”
“İki kişilikli gibiydi sanki. Ben
de tanıyamadım. Sanki onunla değil, başkasıyla konuşuyor gibiydim. Çok korktum.
Ben nasıl anlayamadım ki şimdiye kadar. Aptalım ben, aptalım!”
Avaz avaz ağlıyordu Ilgın
telefonda.
“Neredesin sen şimdi, evde misin?”
“Hayır, arabanın içindeyim. Evin
karşısındaki sokağa park ettim… Ben ne yaptım? Allah benim belamı versin!
Korkuyorum ben ya, ya silahı çekip gerçekten vurursa, yapamaz böyle bir şey
herhalde değil mi?”
Hıçkırıklarının arasında sesini
zor duyuyor, konuşmalarını çok zor algılıyordum.
“Ben taksiye atlayıp geliyorum
yanına.”
“Yok gelme, Zaten bir an önce eve
gitmem lazım. Selim aradı az önce… Kahve bitmiş evde…”
“Sakin ol Ilgın. Topla kendini ve elinden
geldiğince görüşmemeye çalış onunla”
“Tamam, merak etme” dedi burnunu
çekerken.
Telefonu kapatınca içimi sıkıntı
kapladı. Balkona çıkıp bir sigara yaktım. Aşağıda bir sokak köpeği çöp
bidonunun yanındaki poşeti açmaya çalışıyordu. Sigarayı saksının dibinde
söndürüp içeri girdim. Televizyonda saçma sapan bir yarışma programına
takıldım. Ilgın’ı çok merak ediyordum. Yatmaya hazırlanırken, cep telefonuna
mesaj attım. Yanıt yazmadı. Aradım, kapalıydı. Ev telefonunun numarası
tuşlarken bir yandan da aklımdakileri uzaklaştırmaya çalışıyordum. Selim açtı
telefonu.
“Ilgın’la konuşabilir miyim
Selim?”
“Sanırım bir arkadaşına falan
takıldı, eve gelmedi henüz”
FULYA.
İçimizde en güzel Fulya’ydı. Balköpüğü
saçlarıyla aynı renkle iri, anlamlı bakan gözleri vardı. Uzun boylu, alımlıydı.
Aynı mahallede birlikte büyümüş, aynı ilkokula, aynı liseye gitmiş, sadece
üniversitede ayrılmıştık. O İstanbul’da mimarlık okumuş, ben İzmir’de
kalmıştım. Üniversiteyi bitirdikten birkaç yıl sonra evlenmişti Atahan’la… Üniversite
ikinci sınıftan beri arkadaşlardı. Çalışmak istemesine rağmen Atahan’ın itirazı
yüzünden hiçbir iş başvurusunda bulunmamış, zaten evlendikten hemen sonra
hamile kalıp kızını doğurmuştu. Evlilikleri, aşkları kadar uzun sürmemiş,
ikinci yılın sonunda tek celsede boşanmışlardı. Evliliğindeki en büyük sorun Atahan’ın
hastalıklı kıskançlığıydı.
O günlere dair çok fazla bir şey
konuşmazdı. “Geçmişe baktığım zaman önümü göremiyorum. Önümü görmeyince de
yürüyemiyorum. O yüzden de geçmişle değil, gelecekle ilgileniyorum” diyordu. Kızı ile birlikte yaşıyordu ve evin giderlerini
karşılayabilmesi için yıllar sonra çalışmaya başlamıştı. Bir firmada mimarlık
yapıyordu. Boşandıktan sonra hayatına kimseyi almamasının nedeni olarak da
ikinci bir hata yapmak korkusuydu. Yani öyle diyordu.
Hata yapmak, çok gündelik bir
eylemdi oysa. Sıradandı hepimiz için ama bunu çok sonra öğrendik. Çünkü biz,
yani bir çoğumuz hatasız, kusursuz yaşamaya şartlandırılmıştık. Eteklerini
örterek oturan, erkeklerin gözünün içine bakmadan büyütülen kız çocuklarıydık. Onun içindi sanırım, kırklı yaşlarımızı
sürerken en küçük bir tökezlemede kendi ipimizi kendimizin çekmesi. Ve bir tesbih
böceği gibi içimize kapanmamız…
İçimizde en inançlı olan da Fulya’ydı.
Sanıyorum diğerlerimiz onun duaları ile yetiniyorduk. Allah’la arasında ona iyi
geldiğini söyleyen farklı bir bağ kuruyor, ona sık sık teşekkür ediyor, arada
da namaz kılıyordu. Bu konuyla ilgili ne düşündüğümü bildiği için bir araya
geldiğimizde farklı şeyler konuşuyor, suya sabuna fazla dokunmuyorduk. İkimiz
de nerede duracağımızı biliyor ve seçimlerimize saygı duyuyorduk. Benim için
önemli olan Fulya’nın kendisini iyi hissetmesiydi. Ruhuna dokunan şey ister bir
müzik notası olsun, ister bir resim boyası olsun, ister Tanrı’nın eli olsun,
farketmiyordu. O iyi olsun yetiyordu…
Yıllar önceleri daha çok şey paylaşmamıza
rağmen, son birkaç yıldır seyrekleşmişti buluşmalarımız. Bunda o gün, onun
balkonunda otururken yaptığımız yüzleşmenin etkisi vardı, biliyordum,
biliyorduk. Tadındaki ekşimeyi ikimizin de farkettiği ama ya onun ya benim çöpe
atmadığımız, büyük olasılıkla bu işi birbirimize bıraktığımız buzdolabında
unutulmuş yemek gibiydi dostluğumuz. Havada kötü bir koku vardı ama biz o
yemeği emek emek birlikte yapmıştık. Kıyamıyorduk.
“Biri var” dedi kahvemizi içerken.
Sonra yüzüme baktı, ifademe… Şaşırmadım. Uzun zamandır düşünceli halinden
anlıyor ama “Neyin var?” diye sormuyordum. Kendisinin anlatmasını bekliyordum.
Çünkü Fulya’yı tanıyordum, sorsam da o anlatmaya hazır olduğu zaman
anlatacaktı.
“Eee… “ dedim, “Anlatacak mısın,
yoksa soru cevap mı gidelim?”
Sol başparmağıyla fincanın
kenarında kalan kahveyi alıp yaladı. Sonra fincanı tabağa ters çevirip bir iki
kez döndürdükten sonra masanın üzerine bıraktı.
“Anlatacak bir şey yok aslında”
dedi umutsuzca, “Adam evli ve ben aşık oldum”
Yine bir “Eee…” dedim. Sinirlendi
bu kez.
“Anlamadın galiba!” dedi biraz
sesini yükselterek, “adam evli dedim”
“Duydum!” dedim. Bu kez ben
yükselttim sesimi. “Anlamadığım şu, sorun olan adamın evli olması mı, yoksa
senin doğrularını, tabularını, kurallarını, ahlak yargılarını allak bullak
etmesi mi?”
“Böyle bir şeyin benim başıma
geleceğini ölsem düşünmezdim.”
“Niye düşünmezdin Fulya? Biz hata
yaparız sen yapmazsın, biz olmayacak insanlara aşık oluruz, sen aslaaa
olmazsın, biz kontrolümüzü kaybederiz ama sen etmezsin, biz sarhoş oluruz ama
sen ayarında içersin, biz duygularımızın peşinden gideriz ama senin boyundan
büyük mantığın vardır… Bu mu? Bu meziyetlerin hepsi sende var diye mi senin
başına gelmezdi Fulya? Hatırlıyor musun bana yıllar önce balkonda söylediklerini?”
“Hatırlıyorum”
“Büyük konuşmamak lazımmış demek
ki…” dedim sesimdeki imayı gizlemeden.
“Zaten onun için bunu sana
anlatıyorum” dedi, “Belki yüzleşirim geçmişle”
“Geçmişle ilgili konuşmak
istemiyorum Fulya… Şimdi sen anlat bakayım şunu en baştan, kim bu adam, nerede
tanıştınız, ne zamandır görüşüyorsunuz?”
“Kim olduğunu söyleyemem sana.
Tanıyorsun çünkü,”
“Tanıyor muyum?”
“Evet tanıyorsun. Zaten en kısa
zamanda bitireceğim. Yani bitirmem lazım.”
“Bitir o zaman Fulya!” dedim
sesimi kontrol etmeye çalışmadan yıllar önce onun bana söylediği gibi. Aynı
cümleyle, ama aynı kabalıkla değil.
Aklımdan bir yığın isim, bir o
kadar da yüz geçti. Herkes olabilirdi.
“Kul kınadığını yaşamadan ölmezmiş” dedim
Fulya’ya, hesabı ödeyip kalktık.
“Sen de artık şu adamı unutsan iyi
edersin” dedi yürürken, kendi suçluluk duygusunu bastırır gibi.
“Hangi adamı?” dedim.
“Ne bileyim ben hangi adamı? Bana
mı soruyorsun? Hepimizden sır gibi sakladığın, onun yüzünden bu yaşına kadar evlenmeyip
gelen tüm teklifleri geri çevirdiğin adamı” dedi. “Yok öyle bir adam” dedim.
Yoktu öyle bir adam… Yıllar önce üniversite sıralarında, bana başka birine aşık
olduğunu söylediğinde, aklımın tavanarasına yerleşmiş ve orada unutulmuştu…
Gece yarısı telefon ile uyandım.
Fulya’nın eski eşi Atahan’dı arayan. Ağlıyordu.
YAĞMUR.
Eşyalarını yerleştirdik. “Fırını
ben silerim, sen hiç uğraşma” dedi Yağmur elimdeki beze uzanırken.
“Belki de haksızlık ediyorsundur”
diye bir şey geveledim, duymazdan geldi. Yanıtlamadı.
“Banyodaki dolaptan bana deterjan
getirsene” dedi. Duyduğunu anladım. Üstelemedim.
Kapı çaldı. “Ben bakarım” dedim.
Gelen Ilgın’dı. Yiyecek bir şeyler almış. Masaya hazırladı. “Bir çay koyun
bari, bunlar kuru kuru yenmez” dedi, sanki o an en önemli şey kakaolu kekin
muhteşem kabarmış olmasıydı. “Ben bu işi biliyorum kızlar” dedi sesine neşeli
bir maske takarak. Yüzüme baktı, sesindeki maskeyi bir anlığına çıkartıp “Kararlı
mı?” dedi. Başımı salladım.
“Yağmur, gel otur biraz da
konuşalım” dedi.
“Konuşacak bir şey yok kızlar, konuştuk
defalarca… Sonuç aynı. Sonuç değişmiyor. Neyi konuşacağız?” diye sordu Yağmur
tertemiz olmuş fırını hala ovmaya çalışırken. Arada burnunu çekiyordu. Biz
gelmeden önce ağladığı belliydi.
“Bırak şu bezi elinden artık! Kırkladın
her yeri tamam, arındın kirinden, pasından” dedim.
Bırakmadı. “Çay koyamam şimdi,
ocağı siliyorum, dolaptan meyve suyu alın” dedi yüzümüze bakmadan.
“Bi siktirin gidin, beni yalnız
bırakın deseydin daha iyiydi kızım ya…” dedim.
“Bi siktirin gidin o zaman, beni
yalnız bırakın!” dedi azarlar gibi.
Ilgın kekleri dilimlemiş,
tabaklara servis yapmıştı. Kalktım dolaptan meyve suyu çıkartıp bardaklarımıza
doldurdum.
“Sahiden büyütüyorsun Ilgın”
dedim. “Adamın iş arkadaşı, üstelik bizim de arkadaşımız. Yok aramızda bir şey
diyor adam işte, Fuat yok diyorsa
yoktur.”
Elindeki bezi tezgahın üzerine
fırlatıp avaz avaz ağlamaya başladı.
“Siz beni anlamak istemiyorsunuz
galiba” dedi kendisine ait olmayan bir sesle. “Fuat’ın cep telefonunda
mesajları gördüm. Üstelik sabaha kadar internetten yazışıyorlar. Bunu yeni mi
anladım sanıyorsunuz, uzun zamandır biliyordum. Sadece bekledim. Gözümle gördüm
mesajı, daha ne? İnsanda biraz onur olur canım.,, Çok şükür o da bende hala
var…”
Kekin büyük bir parçası çatalımdan
halının üzerine düştü. Ilgın’la ikimiz aynı anda yerde dağılan kek parçalarını
toplamaya çalıştık vakit kazanmak için.
“Biz seni anlıyoruz Yağmur’cuğum.
Sadece yalnız yaşamak o kadar da kolay değil onu demeye çalışıyoruz. Sana bir
daha düşün diyoruz. Ani karar verip, birkaç parça alıp çıktın evden. Yatacak
yatağın, kanepen bile yok. Nerede uyuyacaksın? Bize gel bari, yalnız kalma ilk
akşamdan”
“Ya sonra ne yapacağım? Her akşam
birinizde mi kalacağım? Ömrümün sonuna kadar böyle mi yaşayacağım? Kızlar
saçmalamayın Allahaşkına ya! Tamam, beni düşündünüz, geldiniz, sağolun, ama
gerçekten artık bu konuda konuşmak istemiyorum.”
“Çok zorlanacaksın. Aldığın üç beş
kuruş kuruşla geçinebilecek misin? Bak bu evin kirası olacak, elektrik, suyu,
telefonu olacak. Üstelik hala seviyorsun Fuat’ı. Bunu hepimiz biliyoruz. Bunun
onurla, gururla ne ilgisi var?”
“İlgisi yok mu?” diye bağırdı Yağmur
salonunun ortasına gelip. “Sahi onurla gururla hiç mi ilgisi yok şu yaptığımın?
Kocamın telefonuna aşk mesajları geliyor, ben aradan çekileyim, sen aşkını
istediğin gibi yaşa diyorum. Peki o zaman ben buna gurur yaptım diyeyim, siz
fedakarlık deyin!”
“Fuat seni seviyor, bir anlık bir
boşluktur bu eminim” diye alttan almaya çalışan Ilgın’ı Yağmur susturdu. “Ben
aynı şeyi yapsaydım Fuat beni affeder miydi peki?” dedi. “Benim telefonumda aşk
mesajları görseydi o ne yapardı, niye susuyorsunuz arkadaşlar, konuşmak isteyen
siz değil miydiniz, e hadi, biriniz cevap versin!”
“Sen ilaçlarını içiyor musun
Yağmur?”
“Deli ilaçlarımı mı? İçiyorum
tabii… Yoksa nasıl bu kadar sakin olabilirim değil mi? Yoksa kendimi yedinci
kattan aşağıya atmadan, o Allah’ın cezası herifi hayatının sonuna kadar vicdan
azabına mahkum etmeden nasıl durabilirim
değil mi? Antidepresan içmeden olur mu hiç, olmaz.,,”
“Off Fulya ya…İyice saçmalıyorsun
kızım sen. Tamam anladık, iyisin ama bu gece gelip ben de kalıyorsun itiraz da
istemiyorum. Bırak elinden şu bezi de giyin, çıkalım hadi…”
“Ben bir yere gelmiyorum. Burası
benim evim ve bu geceyi evimde geçireceğim. Hem de içerek ve yeni hayatımı
yalnız kutlayarak…”
“O zaman biz de kalalım seninle..
Fena mı, birlikte zıkkımlanırız işte…”
“Bi siktirin gidin kızlar…” dedi
Yağmur kapıyı gösterirken.
Yağmur’u yeni evinde elinde bezle bırakıp
çıktığımızda hava kararmaya başlamıştı. Köşedeki ilkokulda son ders zili çalar
çalmaz sokağa fırlayan aceleci iki oğlan çocuğu yanımızdan geçti. Durakta ayrıldık
Ilgın’la.
Yağmur’u düşündüm otobüste. Fuat’ın
gözlerinin içine bakan, ağzından çıkan bir sözle kulu kölesi olan, kocasının
bir dediğini iki etmeyen Yağmur’u… Bu gece onu yalnız bırakmakla hata mı ettik
acaba?
AYSEL
“Biraz dışarıya çıkabilir
misiniz?” dedi hemşire, elindeki dosyayı Aysel’in yatak ucuna bırakırken. Çıktık.
Dışarıdaki beyaz plastik sandalyeye Aysel’in eşi, kızı ve annesi ile oturdum.
“Siz gidin artık” dedim, “Nöbet sırası bende…”
“Hemşire çıksın, Aysel’i görelim
de öyle gidelim bari” dedi Zülfiye teyze. Haluk yorgun görünüyordu. Sakalları
uzamış, gözlerinin altı çökmüştü. Üniversitede finallere hazırlanırken de böyle
görünürdü.
“Gel kantine gidelim, bir çay
ısmarla bana hemşire çıkana kadar” dedim. İtiraz etmeden kalkıp yürüdü. Ufaklık
elindeki bez bebeğe dalmıştı Allah’tan, yoksa annesi hastanede yatmaya başladığından
beri babasını bir dakika olsun bırakmak istemiyordu.
İki kat aşağıya inmek için hasta
asansörünü bekledik. “Boş ver, yürüyerek inelim” dedi Haluk merdivenlere
yönelirken. Yanımızdan, kolundaki seruma bağlı iğnenin üstüne baş parmağıyla
bastıran genç bir adam geçti. Yüzündeki kemikler dışarıdan görünebilecek kadar
saydamlaşmıştı derisi. Ayağındaki ucuz terlikleri sürüyerek koridorun soluna
döndü. Haluk, “Onkoloji servisinde hasta olup yatmana gerek yok, kime baksa
morali bozuluyor insanın. Sağlam giren kanser olup çıkar buradan” dedi.
“Aysel sağlam çıkacak, göreceksin”
dedim. İnanmadı. Ben de inanmadım.
“O gidiyor” dedi. “O gidiyor ve
ben onsuz ne yapacağımı bilmiyorum”
Ne diyeceğimi bulamadığım için
sustum.
Aysel ve Haluk’la üniversiteden
beri birlikteydik. Neredeyse tüm tatillere birlikte çıkar, haftada bir iki
akşamımızı birlikte geçirirdik. İkisi aşık olduklarında Haluk ilk bana
söylemişti bunu. “Aysel’le bir konuşur musun?” demişti. Konuşmuştum. Havalara uçmuştu
Aysel. Nikah şahitliklerini yaptım ve çocuklarının ismini ben koydum. Bunlar
yıllar yıllar önceydi…
Haluk’un pencere camına vuran
aksini gördüm, içim acıdı. Boş gözlerle yan masadaki çizgili mavi pijamalı
yaşlı adamı izliyordu. “Şeker istiyor musun?” diye sordum. Bir tane aldı,
çayına attı ve tahta çubukla yalandan şöyle bir karıştırdı.
“Ne kadar zayıfladı baksana. Artık
ağrıları morfinsiz dinmiyor. Çok zamanı kalmadı. İyi ki yanındasınız. Hiç
biriniz onu yalnız bırakmadı. Geçen gün de Fulya geldi, kaldı sağ olsun. Annesi
kalp hastası biliyorsun, ben de kızı bırakamıyorum. Siz olmasanız ne yapardık?”
“Bunları konuşmaya bile değmez
Haluk. Biz arkadaşız. Aysel için her şeyi yaparız. Tabii yanında olacağız.
İçimizden birine bir şey olsaydı eminim o da hastanede başımızda beklerdi. Ama
iyileşecek, inan bana bak, zaten birkaç günden beri daha az ağrım var diyor,
sen kendine iyi bak, kızının şu günlerde sana çok ihtiyacı var”
“Biliyorum, onun için ayakta
durmaya çalışıyorum zaten. Çok küçük. Ona nasıl anlatacağım ben annesinin
gidişini?”
Haluk’u ağlarken görmemek için
kalkıp bir çay daha aldım kendime. Ağlama demek, üzülme demek şu an
söylenebilecek en gereksiz sözcüklerdi çünkü. Söylemedim.
Ben odaya gittiğimde hemşirenin
işi bitmişti. Ufaklık Zülfiye Teyze’nin dizinde uyumuş kalmıştı. Haluk geldi az
sonra. “Biz gidelim anne” dedi çocuğu kucaklarken. Aysel’i öptü, “Sabah erken
gelemem, bir toplantım var, öğlene doğru gelirim bir tanem” dedi.
Onlar gittikten sonra yatağın
kenarı oturup, “Ağrın geçti mi?” dedim
sırf bir şey demek için. “Geçti geçti şükür. Hazır ağrım yokken biraz uyuyayım”
dedi. “Sana şiir okumamı ister misin?” dedim, güldü. “Oku bakalım” dedi.
Başucundaki kitapların içinde en sevdiği şairin kitabını aralayıp rastgele bir
şiiri okumaya başladım. Üçüncü satırda uyudu. Ben Turgut Uyar’ın omuzunda
sabaha kadar ağladım.
YEŞİM
“Kalabalığı hiç umursamadan her
hafta sonu bu alışveriş merkezine gelmekten ne anlıyorsun Allahaşkına?” dedim
Yeşim’in elindeki poşetlere bakarken.
“Senin şu alışveriş fobin de beni
öldürüyor” dedi o meşhur şuh kahkahasını atarak. “Kızım, çıkar artık kıçından
şu kotu, ayağındaki asker postallarını da azıcık kadın ol kadın! Bunca zaman
koca bulamamana şaşmamak lazım. Öğretemedik ki sana kadın olmayı… Tabii suç bizde,
elinden tutup sokacağız seni mağazaya, nerede leopar desenli kıyafetler var,
alacağız sana, giydireceğiz şöyle bir tepeden tırnağa, bir de makyaj yapacağız…
Bak bakalım içimizde en güzel kimmiş o zaman?”
“Benim güzel olmak gibi bir kaygım
yok ki Yeşim ya… Ben senin yürüdüğün o topuklularla bırak alışveriş merkezi
gezmeyi, evin içinde bile yürüyemem.”
“Tamam, sen yürüme, giy
postallarını öyle gez evin içinde rahat rahat. Ama yalnızlıktan da hiç şikayet
etmeyeceksin o zaman, kusura bakma… “
“Şikayet mi ediyorum kızım? Ben
memnunum yalnızlıktan”
“Sen öyle san, hadi bizi
kandırıyorsun, bari kendini kandırma. Gel şuraya da girelim, bakar mısın iç
çamaşırlarının güzelliğine…”
“Sakın bana bunları giydiğini
söyleme.”
“Giyiyorum tabii, niye giymeyecek
mişim? Erkek milleti sever kızım böyle şeyleri, elinizdeki tutmayı
bilmiyorsunuz adamları, sonra gidince ah vah çekiyorsunuz…”
O önde ben arkada mağazaya girdik
Yeşim’le. O gün daha kaç vitrin baktık, kaç dükkan gezdik hatırlamıyorum.
Nefret ediyordum onunla alışverişe çıkmaktan. Ne zevklerimiz uyuşuyordu ne
tarzımız… Doğru bildiklerini olduğu gibi çekinmeden söyleyen, çoğu zaman açık
sözlülükle patavatsızlığı birbirine karıştıran biriydi Yeşim. Ama hepimiz onu
böyle kabul etmiştik ve hiçbir söylediğine alınmıyorduk. Çünkü biliyorduk,
yüreği çok temizdi. Hangimizin ihtiyacı olsa hiç düşünmeden çıkar gelir,
elinden ne geliyorsa yapardı.
On iki yıllık evliydi Kerim’le. Çocukları
olmamış, bir tüp bebek denemeleri de tutmamıştı. Bir kez daha denemeye karar
verdiklerinde Amerika’da yaşayan kız kardeşi “Buraya gel, burada çok iyi doktor
arkadaşlarım var” demiş ve yanına çağırmıştı. Kerim’e hala deliler gibi aşık
olduğunu her fırsatta söyleyen Yeşim’i bir kez bile mutsuz görmemiştik. Anne
olmayı çok istediğini biliyorduk ama
bunu bile “dünya yıkıldı, altında kaldım” şeklinde yaşamıyor, “Ben umudumu
kaybetmedim kızlar, bir gün kız annesi olacağım, sizler de ona teyzelik
yapacaksınız. Şanslı olacak benim kızım, düşünsenize altı tane teyzesi olacak”
diyordu.
Sakin bir adamdı Kerim. Bir
şirkette genel müdürlük yapıyordu. Kalan tüm zamanını Yeşim’e ayırıyor,
haftasonları yaptıkları küçük tatillerde de Yeşim’in bir dediğini iki
etmiyordu.
“Bahçeye masayı hazırladık,
geliyorsun değil mi?”
“Alemsiniz vallahi, kızım iki gün
sonra yola çıkıyorum, bıraksanız da şu son iki günümü kocamla başbaşa geçirsem…
Belki onca saat yolu gitmeme gerek kalmaz” Kahkahası telefonun ahizesinden
süzülüp odayı doldurdu. Çok tanıdık olduğumuz o kahkaha bizi de güldürdü.
“Tamam tamam, anlaşıldı, yarın akşamı
size bağışlıyoruz. Ama bu akşam senin Amerika maceran şerefine düzenlendi.
Sensiz içmeyeceğiz biliyorsun değil mi?”
“Elbette içmeyeceksiniz. Sizi kendimden mahrum eder
miyim? Yarım saate oradayım, siz başlayın…”
“Kerim mi bırakacak seni?”
“Hayır, arabayla geleceğim.
Kerim’in bu akşam yurtdışından müşterileri ile toplantısı varmış. Sen git
dedi.”
“Bu ne cesaret kızım, ehliyeti
daha geçen hafta aldın. Bir hafta geçmeden trafiğe çıkıyorsun. Taksiye binip
gel bari…”
“Peki anne…” dedi Yeşim, yine aynı
kahkahayı kulağımda patlatırken.
Ne zaman ona “az iç, kendine
dikkat et, vitamin al” gibi şeyler söylesem, yüzüne o çocuk ifadesini
yapıştırıp, sesini inceltip aynı şeyi söylerdi. “Peki anneeee…”
Bu kez cezalısın Yeşim… Anne sözü
dinlemediğin için cezalısın.
SERRA
“Yine mi toplantıda yakaladım
seni?”
“Sorma ya, yurtdışına
gönderdiğimiz ürünlerde sorun çıkmış, hepsi geri geldi, onlarla uğraşıyorum
sabahtan beri. Geberdim resmen. Kimse işini doğru düzgün yapmıyor ki… Kaç tane
adam çalışıyor güya, Herkes aybaşında maaşını almak istiyor, ama kimse iş
yapmak istemiyor ne hikmetse…”
“Neyse ben kapatayım o zaman, sen
hallet işlerini, sonra konuşuruz…”
“Aysel nasıl oldu, onu da
arayamadım birkaç gündür?”
“Biraz daha iyi. Çıktı hastaneden
biliyorsun. Bir ara sen de uğrasan iyi olur, geçen akşam hastanede yanında
kaldım seni sordu.”
“Biliyorum ya… İşler güçler derken, ihmal ettim onu da… Giderim
yarın akşam falan yanına. İstersen kızları da topla birlikte gidelim.”
“Hep birlikte gitmeyelim kadının
başında kalabalık etmeyelim bence, sen uğra, haftasonu da birlikte gideriz, ya
da birimizde toplanır, Aysel’i de alırız arabayla…”
“Tamam öyle olsun. Görüşürüz o
zaman haftasonu, öptüm seni.”
“Tamam canım, görüşürüz”
Serra tam bir iş kadınıydı.
İthalat ihracat yapan çok bildik bir tekstil firmasında genel müdür yardımcısı
olarak çalışıyordu yıllardır. Türkiye’nin her yerine mal gönderiyor, tüm
işlemlerle neredeyse bizzat ilgileniyor, bu da onu çok fazla yoruyordu. Onun
önceliği her zaman işiydi. Çünkü çocukluğunda çalışmanın ve çalışmaktan pes
etmemenin bir erdem olduğu ailesi tarafından öğretilmişti ona. Başka şansı
yoktu… On yaşında bir oğlu vardı. Sabah ilk olarak oğlunu okula bırakıyor
oradan fabrikaya geçiyor ve gece gündüz demeden deli gibi çalışıyordu.
Eşi Mehmet iki yıldır işsizdi ve sanki bundan
hiç şikayeti yoktu. Aksine “Arıyorum ama bu devirde iş bulmak sandığınız kadar
kolay değil” diyordu. Çalışmadığı zamanlarda tüm vaktini evine ve oğluna
ayırıyor, bizim yoğun ısrarlarımız üzerine de her zaman olmasa da kızlarla
toplantılarımıza, yemeklerimize katılmaya çalışıyordu. İlk görünüşte, fizik ya
da matematik öğretmeni edasıyla insanlara yaklaşması, tanıştığı kişilerle
arasına inceden bir duvar örse bile, bir süre sonra o duvarın tuğlaları
kendiliğinden kalkıyor ve Serra’nın sıcak yüzü ortaya çıkıyordu.
İçimizde en yakın olduğu kişi
Yeşim’di. Çünkü onlar, hepimizden önce arkadaşlardı.
Mehmet’le evlendiklerinin ertesi
günü, yani balayında başlayan cinsel sorunları hızını artırarak sürmüş, artık
kemikleşmişti. Serra, Mehmet’e her ne kadar bir evlilik danışmanına gitmeyi
önerse de Mehmet her seferinde bu öneriyi reddetmiş, dahası onun bir sorunu
olmadığını, eğer ortada bir sorun varsa bunun Serra’dan kaynaklandığını,
aslında Serra’nın psikolojik sorunlarını olduğunu umarsızlıkla söylemişti.
Serra’nın istediği evlilik bu değildi ve bunu uzun sohbetlerimizde dile
getirmekten ve bizimle paylaşmaktan çekinmiyordu. Ama “iş iyi geliyor” diyordu.
“Hafta sonu bende toplanıyoruz.”
“Bu haftasonu mu?”
“Bu haftasonu. Ne oldu, yine mi
uygun değilsin patroniçem…”
“Benim iki günlük Van’a gitmem
lazım”
“Van nereden çıktı Allahaşkına?”
“Gürcistan’dan bir heyet gelecek
ve inan bana ekme şansım yok. Cumartesi adamlarla görüşme yapacağız genel müdür
ile. Hayatta ben olmadan iki lafı bir araya getirip konuşamaz biliyorsun. Uçak
biletim alındı bile…”
“Ne zaman döneceksin?”
“Pazar akşamı… Hemen kızma ya, ben
istemiyor muyum sizlerle olmak? Üstelik Yeşim Amerika’ya gidiyor. Yağmur desen
hiç iyi değil. Fulya bir haltlar karıştırıyor, bir şeyden haberim yok, Aysel’in
daha çok yanında olmak istiyorum, Ilgın’ı aradım geçen gün sesi berbat
geliyordu… Ben de istiyorum sizlerle olmak. Sana söz veriyorum, döndüğümde
benim terasta toplanıp bunların acısını çıkartacağız. Siz önümüzdeki hafta sonu
kimseye söz vermeyin. Gelir gelmez ayarlayalım, tamam mı?”
“Tamam, anlaşıldı. Sen de biraz
zaman ayırsan kendine. Hayat elimizden gidiyor kızım, bak ve gör artık şunu.
İnsanlıktan çıktın çalışmaktan. Neyse, sana ne desek boş. Bir kulağından
giriyor, diğerinden çıkıyor zaten. Nerede kalacaksın?”
“Otelde…”
“Dikkat et kendine. İyi
yolculuklar sana…”
“Sağol canım. Siz de iyi bakın
kendinize. Kızları da öp benim için.”
Van’daki deprem haberini o Pazar
sabahı televizyon duydum. Serra’nın nerede olduğuna dair en küçük bir bilgim
yoktu.
…………………………..
Cenaze çıkışı eve geldim. Elimin,
kolumun biri yok. Nefesim yarım. İçimde bir çığlık var ve o çığlık, sevmediğim
bir yemeğin son lokması gibi içimde gittikçe büyüyor. Ne yutabiliyor, ne
çıkartabiliyorum. Ağzım sımsıkı kapalı. Ölümü sindirmeye çalışmak böyle bir şey
olsa gerek. Bir kez daha yut-kun-sam. Beceremiyorum, ölüm gibi bir lokma benim
için fazla büyük ve acı. Yu-ta-mı-yorum.
Sadece uyumak istiyorum. Bugünü,
cenaze törenini, duaları, toprak kokusunu, taşların üzerindeki isimleri,
tarihleri, toprak saksılardaki çoktan solmuş kır çiçeklerini, siyah giysileri,
kocaman gözlükleri, onun yokluğunu, onunla ilgili anıları her şeyi ama her şeyi
unutmak için uyumak istiyorum. Giysilerimi çıkarmak bile istemiyorum. Ayakkabılarımın
üzerinde toprak artıkları…
Yatak, acımı sevecen bir sevgili gibi sarıp sarmala…
Beni uyut, beni arındır…
Uykumdan boğazımda aynı düğümle uyandım.
Mutfağa gidip su içtim. Telefonum çaldı. Açmadım.
Salona geçip kitaplıktaki
fotoğrafa baktım. Fulya, Ilgın, Yağmur, Aysel, Yeşim, Serra ve ben bir masanın
etrafında toplanmışız. Hepimizin yüzünde kocaman bir gülümseme. Üzerimizde şile
bezi elbiseler, ayağımızda parmak arası terlikler, bronz tenimizde turkuaz bir
akşam ışıldıyor. Mutluyuz ‘her şeye rağmen…
Kapı çaldı. Tekrar çaldı, tekrar
çaldı. Fotoğrafı kitaplığa bırakıp, ayaklarımı
sürüyerek gidip kapıyı açtım. Kızlar geldi. Bir eksikle… Ortadaki sehpanın
üzerine bıraktıkları poşetleri mutfağa götürdüm. İçeriden Neşet Ertaş’ın sesi
geldi.
Buzdolabından buz çıkartırken
Zahide’nin hikayesini hatırladım birden. Sahiden acıklıydı.
DİLEK KARAGÜLLE
15.KASIM.2012, İZMİR