1 Ocak 2012 Pazar

Gidene mektup; “GÖRÜLMÜŞTÜR

Sen gittikten sonra omzuma dokunup “Hayat devam ediyor…” diyenler haklıymış, hayat devam etti, ediyor…

Gittiğinden beri semahta dünya; kirlenmeye yüz tutmuş, hatta iyiden iyiye kirlenmiş geniş eteklerini savura savura dönüp duruyor yorulmak bilmeden. Bildiğin gibi yani…

 Öyle şaşırtacak, afallatacak, bozguna uğratacak, “İnanamıyorum!” çığlıkları attıracak şeyler olmadı. İzlediğim bir-iki filmi “mutlaka izlenmeli” listeme aldım. Birkaç cümlenin altını çizdim okuduğum birkaç iyi kitapta… “Mükemmel!” dediğim birkaç şarkı dinledim topu topu. (Kızma ama senin severek dinlediğin benim bir türlü sevmediğim o yırtık sesli kadını hala dinleyemiyorum.) Üç-beş sokak bitiminde karşıma çıkan manzaraya şaşırmışımdır en fazla… O da ya Arnavut kaldırımında taşların arasında çıkmış bir fesleğendir, ya da köhne bir evin kapı koludur. Fazlası değildir… Değişik yerler görmedim. Başka bir ülkeye gitmedim. Yolunu kaybetmiş bir turiste yol tarif etmedim. Salıncakta bir çocuk sallamadım. Balık tutmadım. Akrilikten büyük tuvallere tablolar yapmadım. Saçlarımı sarıya boyatmadım. Tırnaklarımı yemekten vazgeçmedim. Merak ediyorsan, ellerim de eskisinden daha çok titriyor. Sağ omzumda, sol diz kapağımda ve başımda inatçı bir ağrı benimle birlikte yaşıyor.

Yeni ve ilginç bir öyküm yok ne yazacak, ne anlatacak… Uzun zamandır şiir de okumadım, iki kelimeyi yan yana getirip ‘şiir-seli yakalamayalı da epey oldu. Aşık olmadım. Aşk üzerinde hiç kafa yormadım epeydir. Daha çok ‘İlişkiler ne çabuk bitiyor birader… Şimdiki zamanda bir gecelik yaşanıyor her şey’ tartışmaları yaptım, hemfikir olduk, konuyu kapattık. Ünlü yazarın çok satan kitabını, ayaklarım kum yanıkları içinde, bir şezlongda güneşlenirken bitirdim. “Gideriz birlikte…” dediğin ama gel(e)mediğin o balıkçı kasabasına da sensiz gittim birkaç kez. Deniz börülcesi, yeşil salata, patlıcan ezme, bol roka ve “benzemez kimse sana…” eşliğinde rakı içtim.

 Akşamüzeri… Sen bankta oturuyorsun. Sıradan, eskimeye yüz tutmuş bir bank. Şimdi anlatırken süslenecek bir tarafı olmayan bir bank. Üzerinde kışlık, kalın bir kazak var, el örgüsü galiba… Sanırım sen gittikten sonra, eşyalarının içinden aldığım, sakladığım ve arada onunla uyuduğum kırçıllı kazağın yanılmıyorsam. Uzakta bir yere bakıyorsun. Yanına gelip oturuyorum, yüzüme kısacık bakıp, yüzünü döndürüp, baktığın yere bakmaya kaldığın yerden devam ediyorsun. İyi görünüyorsun. Hiç konuşmuyoruz. Biraz oturup seni orada bırakıp gidiyorum. “Bu kez de ben bırakıp gidiyorum işte seni…” duygusu olmalı içimde ama yok. Yine sen bırak git, ben asla gidemeyeyim, gitmeyeyim duygusu var daha çok…

 İşte en son bu rüya var elimde… Düşlerimde kırık dökük şeyler o geceden sonra. Ağlayarak uyanmıyorum artık. Yollarda kaybolmuyorum. Bağırmak istediğimde sesim, koşmak istediğimde ayaklarım, sarılmak istediğimde kollarım var artık. Seni bir daha görmedim hiç.

 Çok farklı bir şey yok anlayacağın. Bildik, aşina bir zamanın içinde o dev semahın eteğinden sıkıca tutup gözlerimi kapatıyorum, yaptığım bu, evet evet tam da bu aslında…

 Haberler de ne var ne yok diyorsun… Aynı şeyler… Doğal afetler, trafik kazaları, terör, şehitler, işsizlik, maaş farkları, markalar, tüketim manyaklığı, süslü cümle kurma kaygıları, düşünce suçları, yargının, hukukun sorgulanamazlığı, türbanlı genç kızlar, çember sakallı genç erkekler, göbeği açık genç kızlar, bütün bedeni dövmeli genç erkekler, sivri burunlu ayakkabılı adamlar, leopar desenli çizmeli kadınlar, üretenler, dürtenler, gerinenler, içeridekiler, içeridekilere çok da kafa patlatmayan dışarıdakiler, güldürmeyen ucuz espriler, içinden çıkılamayan zeki cümleler, kredi kartı borçları, kira-elektrik-su paraları, mevsim normallerinin üzerinde seyreden balkanlardan gelen sıcak-soğuk-kar-ayaz-tipi-boran…

 Deprem oldu mesela. Doğuda çocuklar, kadınlar, adamlar, bebekler, hamileler, öğretmenler öldü. Onların haberlerini ağlayarak dinlerken ülkende yaşayan birçok insan, “Kürtlere mi üzülüyorsun ya, iyi olmuş, gebersinler” diye söylendi umursamaz, dahası üzüntümü küçümseyen ifadeyle… Hangisine daha çok üzüleceğimi şaşırdım. Yaralıları kurtarmaya giden görevliler, depremi haber yapmayan giden gazeteciler de öldü kaldıkları otele sağlam raporu verildiği için…

 Yağmurların da ayarı kaçık. Hep eskiyi özlediğim gibi eski yağmurları da özledim. “Eski yağmur da ne demek? İcat çıkarma…” diyeceksin şimdi… Yağdığında dükkanları, evleri sel, çamur basmayan yağmurlardan söz ediyorum. Hani şemsiyemiz olduğu halde açmadığımız, Arap kızı romantizminde camların buğusuna resimler yaptığımız, trafiğin içinden çıkılır halde olduğu, insaflı yağmurlar… Birkaç yıl önce senin mezar taşını alıp, başka yerlere götürmeyecek yağmurlar…

 Senin de anladığın gibi, gittiğinden beri devam ettiğini üzerine basa basa söyledikleri hayatın hiç tadı tuzu yok aslında. İzliyorum da sanki bir görevi yerine getirmeye çalışır gibi yaşıyoruz bir çoğumuz. Hayallerimizin içi dolu değil, amaçlarımız eksik, hedeflerimiz belirsiz, ayaklarımız isteksiz… Üzerimize gelen trenin ışığını tünelin ucundaki güneş gibi görmek işimize geliyor sanki. Bencilce yaşamayı marifet sayıyoruz. Çoğul düşünenlere de “Bu devirde… Amannn… Sen kendine bak…” gibi büyük büyük cümleler kuruyoruz. Sen henüz gitmediğin zamanlarda da durum bu kadar vahim miydi? Yoksa ben mi yoruldum artık, çökecek yer arıyorum.

 Güvensizim hala, değişmedim. Değişen bir tek yalnızlığım var. Kapısını çalabileceğim, balkonunda kahve içebileceğim, şarap içerken gülme krizine gireceğim, en çirkin yüzümü utanmadan göstereceğim, 40 derece ateşle yatarken yaptığı çorbayı kaşıklayabileceğim, sarıldığımda yenilendiğimi hissedeceğim birkaç dosta da haksızlık etmek istemem elbette. Ancak içimdeki kalabalık günden güne çekiliyor. Bir med-cezir durumu da diyebiliriz belki… Geride ise küçük çalık taşları gibi sadece sessizlik kalıyor.

 Seni unutmuyorum ama… Tüm bu salınımların, devinimlerin, soluk alıp vermelerin, kalp çarpıntılarının, nefes tıkanmalarının, ayak seslerinin, iç sessizliklerinin içinde seni hatırlıyorum sürekli, durmadan, sürekli, durmadan… Bazen yüzündeki naif tebessüm sırtını bana döner gibi yapsa da sesin Hızır gibi yetişiyor imdadıma. Gülen, güldüren, anlatan, dinleten, düşündüren, izah eden, seven, uzaklaştıran, kollayan, sarmalayan sesin… “Dikkat et kendine” diyen, “Geleyim mi?” diye soran, “Az kaldı” diyen, “Eee anlat, anlat anlat” diye ısrar eden, bazen kocaman bir adam, bazen asi bir yeni yetme, bazen kucağımda küçük çocuk gibi her zaman insanı tutan sesin… Yetişiyor.

 “yol arkadaşım gördün mü duydun mu olup bitenleri / kıskanıyor insan bazen basıp gidenleri yalnızlaşmışız iyice üstelik de alışmışız /hiç beklentimiz kalmamış dosttan bile / korkular basmış dünyayı, şimdi bir semt adı vefa / kutsal kavgalardan bile kaçan kaçana / anlaşılır gibi değiliz tek bedende kaç kişiyiz / hem yok eden hem de tanık, ne esaslı karmaşa / ben sana küsüm aslında, haberin yok / koyup gittiğin yerde kötülük çok / kime kızayım, nazım senden başka kime geçer / benim sensiz kolum bacağım, ocağım yok. / Sen esas alemi seçtiğinden beri / Ben o saniyede bittiğimden beri / Dünya bildiğin dünya,dönüp duruyor işte / Uzun uzun konuşuruz bir gün son İstanbul beyi / Yol arkadaşım, nerdesin?” 

Güzel şarkı değil mi? Gülme, onsekiz yaşındakiler gibi şarkılardan fal tutmuyorum. Ne çok sensin bu şarkı fark etmedin mi? Yok yok, ben sana küs değilim, küslük yok. En fazla kavgam vardır seninle, alır karşıma söverim ana avrat, “Siktir oldun gittin ne oldu?” derim çok kızgın (çok özlediğim) olduğum zamanlarda. “İşin kolayına kaçtın, yakıştı mı bu senin gibi bir adama?” diye yüklenirim en nefret ettiğim (en yanımda olmanı istediğim) zamanlarda… “Ulan Allah’ın belası! Var mıydı su koyvermek, uyuyorum ben diye yorganı üzerine çekip, çiçek desenli yastıkların üzerinde ölüvermek?” diye söylenirim biraz daha fazla öfkelendiğimde (artık acıdan duramadığımda)… Sen bana bakma… Benim öfkem, kavgam, nefretim senin gittiğine değil, benim gidemeyişime herhalde… Uykuların güzel olsun artık senin. Tadını çıkar sessizliğin, yokluğun, toprağın, bulutun, rüzgarın, selvinin, yaprağın, kuşun, böceğin ve bu kadar çok özleniyor olmanın. Küslük olur mu hiç, sen bana bakma… Rüyalarımda daha az varsın artık. “Bırak artık gitsin, huzura kavuşsun” diyen bir dostun tavsiyesi ile “bıraktım seni, huzura kavuş” diye… Oysa özleme bir nebze olsun iyi geliyordu ağlayarak uyandığım düşler, düşüşler…

 Daha ne anlatmamı istiyorsun buralardan sana? Devrim falan yok ortada… Yeşil parkalar falan yok. Sloganlar baştan çıkarıcı değil, yumruklar tek değil, caddeler sokaklar kısa küçük bakımsız mitingler yapılıyor. Olsun, susmaktan iyidir dediğini duyuyorum. Evren hala yaşıyor. “O ölünce nasıl bilirdiniz sorusuna “Orospu çocuğu bilirdiiikkkk!” diye bağırmak için cenazesine gideceğini söyleyen bir arkadaşım var. Böyle düşününce komik geliyor ama düşünsene sen burada olsaydın aynısını yapmak istemez miydin? Bir de “Ne alaka…” diyeceksin ama Hasan Mutlucan öldü geçen hafta. Düşündüm de şimdi bir ihtilal olsa, kim türkü söylerdi acaba, Nihat Doğan mı?

 Kalbin seni yarı yolda bırakmasaydı, kanser denen illete teslim olabilirdin belki de… Buruşturma yüzünü, öyle çok ki etrafımda kanserle başa çıkmaya çalışan insan. Mesela yarın Deniz Gezmiş’i evinde saklayan güzel bir kadın, doktorların kurtulma şansı %10” dedikleri bir ameliyata giriyor. Yavaş yavaş gidiyor sevdiklerim, eksiliyor yanımdan geçmişime tanıklık yapan yetişkinler. Yaş aldıkça çevrende eskilerden çok da kimse kalmıyor. Kıymet bilmek lazım diye düşünüp, sadece bayramdan bayrama arıyorum bir çoğunu. Vefa duygumu mu kaybediyorum sence? Senden sonra iyice benimsediğim evham hastalığı artık benden bir parça oldu sanki. Kendim için değil telaşım, biri ‘uyumaya gitse’ benden önce, içim daralıyor hala. 

Değişmedim fazla. Eklenen beyaz tellerden, birkaç çizgiden ve birkaç kilodan fazla değişmedim fazla. Sen gittikten sonra da alım, bakım işleri umurumda olmadı anlayacağın. İlk karşılaştığımızda, ilk söylediğin şey neydi hatırlıyor musun? “Güzel hatunmuşsun sen ya… Bilsem daha önce gelirdim Türkiye’ye…” Geldin de, kalman için yeterli olmadı hiçbir güzellik…

 Artık seni konuşmuyorum ortak arkadaşlarla.. Sanki hiç olmadın sen gibi başka şeyler konuşuyoruz. Kitaplardan söz ediyoruz. Önerilerde bulunuyoruz… “Şunu oku, bunu dinle, onu izle” diyoruz iştahla… Esprilere gülüyoruz, para kazanmak için çalışıyoruz, dizilere yorum yapıyor, sosyal paylaşım sitelerinde yeni yeni insanlarla tanışıyor, mağazaların vitrinlerine bakıp almasak da tezgahtar çocuğa bu ne kadar? diye soruyor, sevişiyor, aşık oluyor, ihanet ediyor, aldatılıyoruz… Yolculuklara çıkıyor, bavullar hazırlıyor, otobüse yetişmek için taksi tutuyor, taksi şoförüne sigara içebilir miyiz diye soruyor, inerken 50 krş, 1 lirayı üstü kalsın diye bırakıyoruz.

Bir kedinin boynunun altını okşuyor, bir köpeğe yemek veriyor, kargaların zekası üzerine konuşuyor, üşüyor, terliyor, hava durumunu dinliyor, ona göre giyinip sokağa çıkıyoruz. Önümüzdeki Ağustos için tatil planlıyor, her şey dahil huzur eksik 5 yıldızlı otellerde tabağımıza yiyebileceğimizden fazlasını dolduracağımız günleri “yaz tatili” sayıyoruz. Seni konuşmuyorum, seni konuşmuyoruz artık ortak arkadaşlarla… Büyüklerin ve ‘bir bilenlerin’ söylediği gibi yaptım, “Bırak gitsin, huzura ersin artık” diyenlere “Bıraktım” demek için adını bile ağzıma almıyorum, içimden söylüyorum her gün…

 “Turplara aşağıdan bakınca dinleneceğim ben…” cümlesini o kadar sık tekrarlamasaydın, yanımda olur muydun acaba? Gülme hemen, “Saçmalama…” diye geçiriyorsun içinden biliyorum. Bana da saçma geliyor ama şimdi kimi dinlesem aynı sözcük var dilinde “olumlama yapmak”. İyi düşün, içinden iyi şeyler geçir, iyi olsun her şey, güzel şeyler olumla” Oysa bu olumlamaları yapamayacak kadar öfkem var hayata ve insanlara… Ötekini anlamam için uygun cümlelerle, dingin bir sesle açıklardın hayatı bana. “Neleri, ne saçma şeyleri sorun yapıyorsun sen ya? Dur bir bak etrafına! Bunca şikayet neden? Niye bu kendini bilmez tavırlar?” demeden acizliğimi, zayıflığımı, beceriksizliğimi yüzüme vurmadan açıklardın. Babam olurdun, öğretmenim olurdun, dostum, sırdaşım, ustam, yol arkadaşım olurdun, açıklardın hep aynı dingin sesle. Tokat atardın aslında elini kaldırmadan, ağır konuşmadan, gülümseyerek silkeler, tebessümle sarsardın beni, kendime gelirdim.

 Sen gittiğinden beri öfkem birikti. Düşünceleri yüzünden aylardır, yıllardır gazetecileri, yazarları içeride tutan zihniyete öfkem var. 35 kişiyi terörist sanıp öldüren ‘yanlışlığa’ (!) öfkem var. Her fırsatta, her TV kanalında Allah’tan kitaptan salyalarını saça saça bahsedip, aslında akılları s….de gezen imamlara, mollalara, hocalara ve onları savunmak için sokaklarda Kuran’dan sureler okuyarak naralar atan cemaatine öfkem var. 26 herifin tecavüzüne uğrayan 13 yaşındaki kız çocuğuna kendi rızasıyla kararı veren hukuk işleyişine öfkem var. Bir gecede gelen milletvekili maaş zammına, bir türlü gelmeyen asgari ücret zammına, sabit fikirlere, bana dokunmayan yılan anlayışına öfkem var. Ve bunca kötülük varken, dünyadaki en önemli şey bilmem ne mağazasından aldığı, bilmem ne marka ayakkabının dore, lame, siyah her ne haltsa renginin olmamasına, insanın başına gelebilecek en büyük felaketmiş gibi davranan sahte sarışınlara öfkem var.

Beni yatıştır. Hayat devam ediyor. 
Beni dinginleştir. Hayat devam ediyor. 
Gel bana ötekini sevmeyi anlat. Hayat devam ediyor.
Gel bana bir şey söyle. Hayat devam ediyor.

 Daha anlatacak çok şey var elbette. Ve senden dinleyecek ne çok şey var. Yarım kaldı her şey sen gittiğin gün, hala öyle devam ediyor anlayacağın. Elim, kolum, bazen dilim, bazen gözüm, bazen içim, bazen sözcükler yarım… Tamamlanacağı da yok. Hayat devam ediyor.

 Eksiklere yamalar yapıp nefes alıyorum.
Hayatın kenarına köşesine renkli yamalar yapıp “Hayat devam ediyor”muş gibi yapıyorum.
“Bıraktım, gitti, huzurluyum artık, Hayat devam ediyor” gibi yapıyorum.
Sana küsmemiş gibi yapıyorum.
Özlemden delirmek üzere değilmişim gibi yapıyorum.

 Bugün gidişinin 3. Yılı…
Sensizlik 3-0 galip...
Yokluğun devam ediyor…


02.Ocak.2012
 Dilek Karagülle