17 Haziran 2012 Pazar

Daha çok anı biriktirme telaşı…


Uzaktasın ya; albümü çıkarttım yüzünü görmek için.

Çocukluk fotoğraflarım var seninle. Fuarda çimlerin üzerine uzanmışız. Bileğimde olmazsa olmaz balonum. Sen çok yakışıklısın, ben çok mutlu. Fuarın kapısından girdiğimizde başlardı soruların;
“Kalabalıkta kaybolursan kime gideceksin?”
“Polis amcaların yanına…”
“Adresini biliyor musun diye sorarlarsa ne diyeceksin?”
Hızlı hızlı söylerdim ev adresimizi. Aferini alırdım senden. Senden “Aferin” almak bileği balonlu yaşlarımda ne kadar önemliyse, şimdi de önemli…

Başka bir fotoğraf; Balıklıova’da kayaların üzerindeyiz Fotoğraf çekmeye meraklı olan annem olduğundan mıdır neden bilmiyorum; annemle yan yana çekilmiş hiç fotoğrafım yok. Yüzmeyi sen öğrettin bana. Kıyıdan epey açıldığımızın farkına bile varmadan, bir teneke kutuyu yakalamaya çalışırken fark ettim sen tutmadan yüzebildiğimi. Yakınımdaydın; elimi uzatsam, battığım sudan beni yukarıya çekip çıkaracak kadar yakınımda… Ve ben o yaşlarda henüz bilmiyordum; hayatım boyunca hep elimi uzatsam beni battığım yerden yukarıya çıkaracak olanın hep sen olacağını.

Bazı imgeler / simgeler vardır, bazı insanlarla özdeşleştirilen. Mesela bir çakmak, mesela bir yara izi, mesela bir şarkı, bir renk, bir kent, bir fotoğraf, bir koku, bir an… Düşündüm de sana dair ne çok kare var kafamda. Türkülü akşamlara katık ettiğim, “burnuna kokusu kötü gelmeye başladığında içme” diye tembihlediğin anason kokusu biraz sen demek benim için. Roka, balık sen demek… Uzun yollarda hiç molasız yolculuklar sen demek. Azmetmek, dayanmak, sabırlı olmak ve kimseye muhtaç olmadan çalışmak çalışmak çalışmak sen demek. Sokak hayvanlarını beslemek, el şakaları yapmak, güçlü sıcak kollar sen demek… Sonra biraz deli-doluluk, çokca çapkınlık sen demek…Nerede dizi yara almış bir çocuk görsem; kanayan  dizimde senin elin. Nerede kopsa “Ormanların Gümbürtüsü” aklımda sen. Ekmek arası köftelerle çocukların baştan savıldığı Gökova’da geçirilen yaz tatillerinde sen. Kadifekale’den dönmedolabın görüntüsü sen. Eskiye dair fotoğraf kareleri bunlar…

Şimdi İzmir’den uzakta; İzmir’in gürültüsünden, insanların yabancılaşmalarından, kirlilikten belki bilmediğim bir yığın nedenden kaçıp, Kapı Dağı’na sırtını vermiş o ıssız köydesin. Kiraz ağaçlarındaki en güzel kirazlara dokunmayıp “belki çocuklar gelirler de toplarlar” diye geçiriyorsun aklından kimbilir. Dört yanın çiçek… Ayaklarını; naylon, eski bir tabureye uzatmışsın. Elinde bitki çayın, masanda gözlüğün, gazete. Üzerinde bahçeyi çapalarken giydiğin oduncu gömleğin ve ayaklarının dibinde mutlaka bir sokak kedisi.

Düşünüyorum da bazen; kendimi seviyorsam, kendimle ve çevremle bu kadar barışıksam eğer; beni, kendimi ve insanları sevecek kadar iyi yetiştirmişsin.

Bir arkadaşım yıllar önce şöyle söylemişti: “Komşunu, arkadaşını, eşini seçebilirsin ama aileni, anneni, babanı seçemezsin.”

Şimdi bana seçme şansı verilseydi yeni baştan, ben yine seni “baba” diye seçerdim. Kendine iyi bakıyorsun biliyorum. Kendine bu kadar iyi bakmakla, bir anlamda, daha uzun zaman birlikte olabilme şansını bana veriyorsun biliyor musun?

Hani hep kızıyorum, söyleniyorum ya “gittin kilometrelerce uzağıma, yanımızda değilsin” diye; benimki, hayatımdaki herkesi yanıbaşımda, yakınımda isteme bencilliği belki de… Belki de bir kasabaya yerleşip; ayaklarımın dibinde sokak kedileriyle, elimdeki bitki çayımı yudumlama özgürlüğümün olmamasıdır bana onları söyleten.

Sen bana bakma…
Benimki “zaman” kaygısı…
Seninle daha çok “anı biriktirme” telaşı belki de…

Hayatımdaki “Var”lığın için kocaman teşekkürler.