23 Temmuz 2012 Pazartesi

Yalancı Karabiber Ağacı


Ramazan ayını, diğer on bir aydan daha farklı geçtiği için sanırım sabırsızlıkla beklerdim çocukken. “Sabahtan öğlene kadar oruç tutar senin yaşındaki çocuklar” derdi annem. Zaten yarısı uykuda geçer, çabucak öğlen oluverirdi. Öğlen namazı okunduğunda ise çikolata, şeker ya da bisküvi ile bozardık orucumuzu.

O yaşlarda ısrarla oruç tutmak istememin nedeni, sahurda ailecek bir sofranın başında olmamız ve balkondan komşu balkona uzatılan çay bardakları, zeytin tabakları, sıcak ekmeklerdi sanırım. O telaş hoşuma giderdi. Akşam ezanının okunmasını beklemek ise ayrı bir heyecandı. İftar vakti geldiğinde pencerenin camına burnumuzu dayar, minarenin şerefesine gözümüzü diker, ışıkların yanmasını beklerdik sessizce. Ocağın üzerinde yemek tencereleri, içeride iftar sofrası hazır olurdu. Hoşaf sofranın vazgeçilmeziydi. Küçük cam tabakların içinde hurmalar ve zeytinler sofranın ortasında çok lezzetli görünürlerdi. Ezan sesi duyulur duyulmaz evde bir telaş başlar; kalabalık sofralarda, neşeli sohbetlerle iftar açılırdı.

Ha… bir de Ramazan ayından bahsederken mahallenin vazgeçilmez ismi Hımhım Niyazi’yi anmamak olmaz…

Niyazi Amca… Diğer adıyla Hımhım Niyazi mahallede her şeye tepki gösteren, sokakta keyifle maç yapan çocuklara söylenen, kimseyle iyi geçinemeyen biriydi. Elbette, sanatını sabaha karşı dört civarlarında icra eden Davulcu İsmet de bu geçimsizlikten nasibini alanların başında geliyordu. Hımhım Niyazi, sahurda sokak sokak gezip davul çalarak oruç tutanları uyandıran İsmet’i bahçe kapısında karşılıyor, her gece “Ben oruç tutmuyorum kardeşim! Bu sokaktan geçme! Git başka sokakta çal şu allahın cezası davulu!” diye söyleniyordu. İsmet, çaldığı davulun sesinden mi, yoksa gerçekten Hımhım Niyazi amcayı umursamadığından mı nedir hiç oralı olmuyor, hatta daha kuvvetli vuruyordu davula. Ne Hımhım Niyazi vazgeçiyordu söylenmekten, ne İsmet vazgeçiyordu Niyazi amcanın evinin önünden geçmekten.

Yaz aylarıydı. Annem; davulcu geçmeden önce uyanır, balkon masasına kahvaltıyı hazırlar, davulcu İsmet’in balkonun altında söylediği manileri (annem mani derdi ama İsmet düpedüz şiir okur, arada da türkü söylerdi) dinlememiz için bizi uyandırırdı. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” demiş ya büyüklerimiz, bu lafı İsmet’in davulu için söylediklerinden emindim. Çünkü davulun sesi yakından sadece gürültü olarak geliyordu. Ama bunu İsmet’e asla hiçbirimiz hissettirmedik. Çünkü, ona göre dünyanın en zor ve en gerekli işini yapıyordu İsmet.

Bakmayın balkon altında şiir okuduğuna, maniler sıraladığına, sahurda davul çaldığına; O, aslında ayakkabı boyacısıydı. Gece davul çalar, gündüz ise çocuk parkının hemen önündeki yalancı karabiber ağacının altına boya sandığını atar, dünyanın en asil mesleğini icra ettiğinden emin bir sanatçı edasıyla ayakkabıları canhıraş parlatırdı. Boyacı sandığının üzerine çeşitli artistlerin kartpostallarını yapıştırsa da o en çok Türkan Şoray’a hayrandı. Eski ceketinin iç cebinde Türkan Şoray’ın siyah-beyaz fotoğrafını saklar, ara sıra çıkarır bakar, seyrek bıyıklarının altındaki eksik dişlerini göstererek sırıtır ve elindeki fotoğrafı önüne gelene göstererek “Yengeniz olur icabında...” derdi.

Ama, “Türkan yenge”ye olan aşkının ulaşılmaz ve imkansız bir sevda olduğunu İsmet de farkındaydı elbette. Çünkü mahalleli bilirdi ki O, Hımhım Niyazi’nin kızı Atiye ablaya deli divane sevdalıydı. Hımhım’ın homurdanmalarına aldırmadan, bütün sahur boyu kapısının önünde davula asılıp en içli şiirleri, manileri okumasının nedeni de genç yaşında bir çocukla dul kalmış, ufak tefek ve duvarlar kadar sessiz kızı Atiye ablaydı zaten.

İsmet, her işi çok özenle ve keyifle yapardı. Bahçe temizler, ev boyar, odun-kömür taşır, mahallelinin getir götür işleri ondan sorulurdu. Uzun boyu, uzun boynu, seyrek bıyıkları, tenha sakalları, kirli tırnakları ve sigara sarısı dişleri vardı. Yaşı 25 civarlarında olmasına rağmen mahalledeki çocukların hiçbiri ona İsmet abi, İsmet amca diye seslenmezdi. Nerede oturur, kiminle yaşar, ne yer ne içer mahalleli bilmez, zaten çok da ilgilenmezlerdi. Yaptığı işlere karşılık önüne yiyecek bir şeyler konur, eline biraz para tutuşturulurdu. Neşeliydi sürekli. Ne eski ceketi, ne açlığı, ne üşümüşlüğü, ne cebinde fotoğrafını taşıdığı platonik aşkın imkansızlığı, ne de Atiye ablaya hissettiği yanık sevdası onun neşesini bozmazdı.
***
Davulcu İsmet’i bir sabah o çocuk parkının önündeki yalancı karabiber ağacında asılı buldular. Boya sandığını da ayaklarının dibinde devrilmiş durumda... Nedeni hakkında herkes çeşitli yorumlar yaptı ama asıl gerçek, İsmet’le birlikte gömüldü. Atiye Abla kötü haberi duyduğunda bağıra bağıra ağladı gece yarılarına kadar. Birkaç gün sonra da Hımhım Niyazi, bahçesindeki dalları bizim balkonumuza kadar uzanan yalancı karabiber ağacını kesti bir sabah.

İsmet’in boya sandığını mahalle bakkalı Hamdi Efendi’ye bıraktılar arayan soran olursa diye... Aylar geçti; ne sandığı, ne de İsmet’i arayan çıkmadı. Bakkal Hamdi Efendi büyük marketlere, alışveriş merkezlerine yenilip, tası tarağı toplayıp sarmaşıklı bakkalı devredince, çöpe gitmek üzere olan sandığa Atiye Abla sahip çıktı.
O günlerden bugünlere çok Ramazanlar geçti. Şimdiki davulcular mani söylemiyor artık. Hoş hiç bir ezgi ilişmiyor uykulu kulaklarımıza. Komşu balkonlardan zeytin tabakları, çay bardakları, sıcak ekmekler uzatılmıyor diğer balkonlara. Baştan savar, koşar adım dönüyor sokak başlarını davulcular.

Ben de her Ramazan geldiğinde sahurda çalınan davulun sesine uyanıp düşünüyorum; Atiye abla boya sandığının kirli çekmecesinde yıllar sonra bulduğu, ona yazılan aşk mektuplarını hala saklıyor mudur acaba?