Ramazan ayını, diğer on bir
aydan daha farklı geçtiği için sanırım sabırsızlıkla beklerdim çocukken. “Sabahtan
öğlene kadar oruç tutar senin yaşındaki çocuklar” derdi annem. Zaten yarısı
uykuda geçer, çabucak öğlen oluverirdi. Öğlen namazı okunduğunda ise çikolata,
şeker ya da bisküvi ile bozardık orucumuzu.
O yaşlarda ısrarla oruç tutmak
istememin nedeni, sahurda ailecek bir sofranın başında olmamız ve balkondan komşu
balkona uzatılan çay bardakları, zeytin tabakları, sıcak ekmeklerdi sanırım. O
telaş hoşuma giderdi. Akşam ezanının okunmasını beklemek ise ayrı bir
heyecandı. İftar vakti geldiğinde pencerenin camına burnumuzu dayar, minarenin
şerefesine gözümüzü diker, ışıkların yanmasını beklerdik sessizce. Ocağın
üzerinde yemek tencereleri, içeride iftar sofrası hazır olurdu. Hoşaf sofranın
vazgeçilmeziydi. Küçük cam tabakların içinde hurmalar ve zeytinler sofranın
ortasında çok lezzetli görünürlerdi. Ezan sesi duyulur duyulmaz evde bir telaş
başlar; kalabalık sofralarda, neşeli sohbetlerle iftar açılırdı.
Ha… bir de Ramazan ayından
bahsederken mahallenin vazgeçilmez ismi Hımhım Niyazi’yi anmamak olmaz…
Niyazi Amca… Diğer adıyla Hımhım
Niyazi mahallede her şeye tepki gösteren, sokakta keyifle maç yapan çocuklara söylenen,
kimseyle iyi geçinemeyen biriydi. Elbette, sanatını sabaha karşı dört
civarlarında icra eden Davulcu İsmet de bu geçimsizlikten nasibini alanların
başında geliyordu. Hımhım Niyazi, sahurda sokak sokak gezip davul çalarak oruç
tutanları uyandıran İsmet’i bahçe kapısında karşılıyor, her gece “Ben oruç
tutmuyorum kardeşim! Bu sokaktan geçme! Git başka sokakta çal şu allahın cezası
davulu!” diye söyleniyordu. İsmet, çaldığı davulun sesinden mi, yoksa gerçekten
Hımhım Niyazi amcayı umursamadığından mı nedir hiç oralı olmuyor, hatta daha
kuvvetli vuruyordu davula. Ne Hımhım Niyazi vazgeçiyordu söylenmekten, ne İsmet
vazgeçiyordu Niyazi amcanın evinin önünden geçmekten.
Yaz aylarıydı. Annem; davulcu
geçmeden önce uyanır, balkon masasına kahvaltıyı hazırlar, davulcu İsmet’in balkonun
altında söylediği manileri (annem mani derdi ama İsmet düpedüz şiir okur, arada
da türkü söylerdi) dinlememiz için bizi uyandırırdı. “Davulun sesi uzaktan hoş
gelir” demiş ya büyüklerimiz, bu lafı İsmet’in davulu için söylediklerinden
emindim. Çünkü davulun sesi yakından sadece gürültü olarak geliyordu. Ama bunu
İsmet’e asla hiçbirimiz hissettirmedik. Çünkü, ona göre dünyanın en zor ve en
gerekli işini yapıyordu İsmet.
Bakmayın balkon altında şiir
okuduğuna, maniler sıraladığına, sahurda davul çaldığına; O, aslında ayakkabı
boyacısıydı. Gece davul çalar, gündüz ise çocuk parkının hemen önündeki yalancı
karabiber ağacının altına boya sandığını atar, dünyanın en asil mesleğini icra
ettiğinden emin bir sanatçı edasıyla ayakkabıları canhıraş parlatırdı. Boyacı
sandığının üzerine çeşitli artistlerin kartpostallarını yapıştırsa da o en çok
Türkan Şoray’a hayrandı. Eski ceketinin iç cebinde Türkan Şoray’ın siyah-beyaz
fotoğrafını saklar, ara sıra çıkarır bakar, seyrek bıyıklarının altındaki eksik
dişlerini göstererek sırıtır ve elindeki fotoğrafı önüne gelene göstererek
“Yengeniz olur icabında...” derdi.
Ama, “Türkan yenge”ye olan
aşkının ulaşılmaz ve imkansız bir sevda olduğunu İsmet de farkındaydı elbette.
Çünkü mahalleli bilirdi ki O, Hımhım Niyazi’nin kızı Atiye ablaya deli divane sevdalıydı.
Hımhım’ın homurdanmalarına aldırmadan, bütün sahur boyu kapısının önünde davula
asılıp en içli şiirleri, manileri okumasının nedeni de genç yaşında bir çocukla
dul kalmış, ufak tefek ve duvarlar kadar sessiz kızı Atiye ablaydı zaten.
İsmet, her işi çok özenle ve
keyifle yapardı. Bahçe temizler, ev boyar, odun-kömür taşır, mahallelinin getir
götür işleri ondan sorulurdu. Uzun boyu, uzun boynu, seyrek bıyıkları, tenha
sakalları, kirli tırnakları ve sigara sarısı dişleri vardı. Yaşı 25 civarlarında
olmasına rağmen mahalledeki çocukların hiçbiri ona İsmet abi, İsmet amca diye
seslenmezdi. Nerede oturur, kiminle yaşar, ne yer ne içer mahalleli bilmez,
zaten çok da ilgilenmezlerdi. Yaptığı işlere karşılık önüne yiyecek bir şeyler
konur, eline biraz para tutuşturulurdu. Neşeliydi sürekli. Ne eski ceketi, ne
açlığı, ne üşümüşlüğü, ne cebinde fotoğrafını taşıdığı platonik aşkın
imkansızlığı, ne de Atiye ablaya hissettiği yanık sevdası onun neşesini
bozmazdı.
***
Davulcu
İsmet’i bir sabah o çocuk parkının önündeki yalancı karabiber ağacında asılı
buldular. Boya sandığını da ayaklarının dibinde devrilmiş durumda... Nedeni
hakkında herkes çeşitli yorumlar yaptı ama asıl gerçek, İsmet’le birlikte gömüldü.
Atiye Abla kötü haberi duyduğunda bağıra bağıra ağladı gece yarılarına kadar. Birkaç
gün sonra da Hımhım Niyazi, bahçesindeki dalları bizim balkonumuza kadar uzanan
yalancı karabiber ağacını kesti bir sabah.
İsmet’in
boya sandığını mahalle bakkalı Hamdi Efendi’ye bıraktılar arayan soran olursa
diye... Aylar geçti; ne sandığı, ne de İsmet’i arayan çıkmadı. Bakkal Hamdi
Efendi büyük marketlere, alışveriş merkezlerine yenilip, tası tarağı toplayıp
sarmaşıklı bakkalı devredince, çöpe gitmek üzere olan sandığa Atiye Abla sahip
çıktı.
O
günlerden bugünlere çok Ramazanlar geçti. Şimdiki davulcular mani söylemiyor
artık. Hoş hiç bir ezgi ilişmiyor uykulu kulaklarımıza. Komşu balkonlardan
zeytin tabakları, çay bardakları, sıcak ekmekler uzatılmıyor diğer balkonlara.
Baştan savar, koşar adım dönüyor sokak başlarını davulcular.
Ben de
her Ramazan geldiğinde sahurda çalınan davulun sesine uyanıp düşünüyorum; Atiye
abla boya sandığının kirli çekmecesinde yıllar sonra bulduğu, ona yazılan aşk
mektuplarını hala saklıyor mudur acaba?