21 Mayıs 2012 Pazartesi

Düş/Sel


Düş/Sel

Yağmur istiyorum. Sağanak halinde...
Her bahar aşık olanlara inat, her Eylül yağmur isterim ben. Çok hastalıklı isterim ama. Yani takıntı halinde isterim. Yok olmazsa, hava günlük güneşlikse eğer sabah uyandığımda; öyle dertlenmem tabi kendi kendime. Ama hiç kurmadığım kadar hayal kurarım bu seferde. (Ben Eylül dışında hiç hayal kurmam biliyor musun?)

Düşbir


Verandalı bir ev düşlüyorum. Bu düşün en güzel yerine yağmur yağıyor. Benim gibi asla şemsiyesi olmayan biri için abartıp sağanağa dönüyor yağmur. (Hayaller, o kadar da kötü değiller aslında) Veranda ıslanıyor. Kedi, aralık kapıdan içeriye, rengi solmuş koltuğun üzerine çıkıyor ıslak patileriyle. Döşeme ıslanıyor. Tüylerini yalıyor. Sokak griye dönüyor. Dışarıda oynayan birkaç çocuğun sesleri kesiliyor.

Müziği eksik bu hayalin. Hayaller eksik olmamalı oysa! Müzik! Klasik? Olabilir... Eeee... şarap ve elma lazım bir de... Harika! Düşlemenin en güzel yanı bu olmalı. Yerinden kıpırdamadan herşey elinin altında.

Yağmur! Hemen!
Müzik! Hemen!
Şarap! Hemen!  
Şimdi çorap istiyorum; bir de mor renkli bir şal... Niye mor? Bu hayalin rengi mor olmalı da ondan. İşte omuzlarımda!

Dizlerimi karnıma çekip, dışarıyı görebileceğim bir yere oturmak istiyorum. Evet... Bu harika! Kedicik ayaklarıma sokulup uyuyor. Bu hayvancığa bir isim bulmalı. Haroşa olsun. Niye? Bilmiyorum.

Niye yalnızım ben sahi? Yalnız olmak istemiyorum. Keşke bunu daha önce düşleseydim.  Yağmuru düşlemeden önce düşünseydim. Nasıl gelecek şimdi buraya? Sırılsıklam olur. Hayallerimde bile “olmaz”larımla uğraşıyorum ya aferin bana yani... Şimdi bir kapı sesi düşlemeli... Kapı! Çalıyor işte... (Canım düşlerim) Haroşa uyanıyor ama yerinden kalkmıyor. Şöyle bir gerinip yeniden uykuya dalıyor.

Bir kitabım eksikti, haklısın. Ne iyi ettim de şiir kitabı düşü kurdum. İşte elimde! Şimdi sen kanepenin diğer ucuna, evet oraya otur ve bana şiir oku... Bilmiyorum hangi şiiri dinlemek istediğimi... Biraz Atilla İlhan, biraz Metin Altıok, biraz Edip Cansever... Oku sadece... Şiirden önce biraz şarap ve elma ister miydin? Peki, istediğin zaman kendine doldur, istemiyorsan ısrar edemeyeceğim ve kalkıp sana hizmet edemeyeceğim çünkü böyle bir hayalim yok. Bu bencil bir düş.

Yağmur...

Hayaller bekleyebilir mi? Gerçek dünya ile yüzleşmem lazım kısa bir süre için. Ben dönünceye kadar yağmur dinmese... Haroşa uyanmasa.... Şarap ısınmasa... Sen gitmesen.... Ben dönünceye kadar biraz daha şarap doldursan bana mesela. Müziği değiştirsen. Başka bir dizeye geçsen. Şalımı attığım yerden katlama! Çoraplarımı çekmeceye kaldırma! Elma tabağını yıkama! Sadece sessizce bekle olur mu, düşlerime geri geleceğim... 


düşiki

Kapının sesini duyuyorum içeriye girer girmez. Gidiyorsun. Arkandan gelmiyorum; pencereden, camın ardından bakıyorum sadece. Yağmurda kayboluyorsun; griliğin içinden siyah hırkan seçiliyor belli belirsiz, sonra o da kayboluyor. Kanepenin üzerinde izin duruyor ama içimde bir iz bırakmıyorsun. Kitabı açık bırakmışsın, Haroşa’nın hemen yanında duruyor. Edip Cansever soluklanıyor ellerimde; “İnsan iki kişi olmalı değil mi/en azından iki kişi/sen yalnızsın/yalnızlığın her zamanki ikindisi...”

Gidenlerin yasını tutmak için yağmur düşlerine yatmadım ben. Gidişine dair bir şey de yok hayalimde onun için. Belki yıllar sonra sağanak halinde aklıma gelirsen, griliğin içine düşen siyah bir leke gibi anımsarım seni.

Yıllar sonra, sağanak halinde anımsarım...

Şalım... Mor sıcağım...
Nihayet uyandın Haroşa. Acıkmış olmalısın. Ona ve kendime makarna yapayım. Hatta sofra hazır olsun... Hatta doymuş olalım. Düş bu!

Müzik bitmiş. Değiştirmeli.
Yağmur? O devam etmeli.
Sen? (…)

Sokaktan çocuk sesleri geliyor yine. Annelerini kandırmış ve kendilerini yağmura bırakmış olmalılar. Çocukken de çok severdim yağmuru. Annem elime şemsiye tutuşturur bakkala gönderirdi. Gidip gelene kadar hiç açmazdım şemsiyeyi. Okuldan eve gelirken de özellikle yağmur yağıyorsa otobüse binmez, yürürdüm. Sonrasını düşünmezdim hiç. Hasta olabileceğimi mesela... Bedel ödemekle ilgili yaşanmışlıklarım ve ödediğim bedelleri not aldığım bir hesap defterim yoktu o yaşlarda. Şimdi bedel ödeme korkusundan sadece düşünü görüyoruz yağmur altında ıslanmaların...

Düş(t)üm...

Düşmeler çoğaldıkça, yaşam (aslında bizim kocaman bir taş gibi gördüğümüz ama aslında küçücük bir kum tanesi olan yaşam) yüreğimize çelme takıp bizi düş/ürdüğünde düş(üş)lerimiz çoğalıyor...

Yağmur devam ediyor. Düş(me)lerden dolayı olmalı; bedenim ağrıyor. Biraz uyumalı... mı? Telefon çalıyor. Fişini çekme ya da açıp “herkimsenizsizinlekonuşmakistemiyorum!” deme özgürlüğüne sahibim. (Canım düşlerim)
Sessizlik istiyorum...

Hala eksik birşeyler var bu düşte...
Koku eksik... Tütsü yakmalı bir köşeye... Kapı! Yine çalıyor! Oysa böyle bir şey düşlememiştim. Bu da nereden çıktı şimdi? Bu bencilce bir düştü sadece. Kimsesiz düş/tü. İnsansız. Sen de onun için gitmedin mi zaten. Sadece bir kokuya kapıyı aralamış olabilir miyim? Sadece bir kokuyu böylesine düşleyebilir miyim? Bir koku bu kadar acıtır mı insanın canını düşte bile? Sokulabilir mi kapı aralığından yağmur kokusuna karışıp? Haroşa uyanıp açık bulduğu kapı aralığından dışarıya koşturuyor ve gözden kayboluyor.

Senin gelip gelip gidişlerini görmezden gelebilirim; bunu yapabilirim evet ama bu kokuyu duymazdan gelebilir miyim? Kapıyı kapatıp içeriye giriyorum. Kanepenin kıyısına ilişip dışarıya bakıyorum, yağmura ve artık duymuyorum sağanak halindeki kokunu...

Yağmur dindi.
Biraz gül toplamalı bahçeden...
Müziği susturmalı...
Haroşa’yı çağırmalı...
Düş/tüğü yerden kaldırmalı şu çocuğu...
“Geliyorum!” diye susmalı yaşama.
düşü(ş)ç
Sağanak halinde susmalı...


2003 - Karaburun

20 Mayıs 2012 Pazar

ÇOCUKLUĞUM ELLERİMDE CEVİZ KINASI


ASMA DALLARININ ARASINDAN GÖRÜNEN YOL

Toprak sıvalı, iki katlı evin üst katındayız. Beline kadar inen saçlarını tek örgü yapmış teyzem, boydan boya gerili ipin üzerine astığı giysilerden, en güzelini seçip beni giydirmeye çalışıyor. “Bir dolap olsa… İzmir’deki evimizdeki kadar olsa yeter, elbiselerim burada buruşuyor” diye geçiriyorum içimden. Turuncu-beyaz renklerde, üzerine alfabenin tüm harflerinin serpiştirildiği bir elbise bu, giyiyorum. Saçlarımı tarıyor, onun saçları hep aynı; hep uzun. Yüzü hep üzgün. Güldüğünü çok az görüyorum. Onu genellikle halı dokurken, dedeme el havlusu uzatırken, isli-karanlık bir odada (burasının adı ekmek odası) yufka pişirirken görüyorum. Şehirdeki genç kızlardan çok farklı teyzem. Yüzü onlar kadar canlı değil. Şehirde dillere destan olmuş şarkıların hiçbirini bilmiyor.
Ben önde, o arkada tahta merdivenlerden aşağıya iniyoruz. Bugün annemle babam gelecek İzmir’den. Bu güzel giysileri onlar için giyiyorum. Saçlarıma beyaz koca kurdelaları onlar için takıyorum.
Pencerede, asma dallarının arasından yola bakarak onları beklemektense, ilerideki ceviz ağacının altında beklemek istiyorum. Ömer’le çamur oynadığımızda zaman ne kadar çabuk geçiyordu; şimdi ise bir türlü geçmek bilmiyor. Artık sabırsızlanmaya başladığım bir anda, beyaz renkli otomobilin içinde görünüyorlar. Ne kadar özlemişim… Arabadan deli gibi inen annem bana sımsıkı sarılıyor. Ve ağlıyor. Önümde diz çöküp, beni omzuna bastırıp hıçkırarak ağlıyor. (O ana kadar ben, hep kötü şeyler olduğunda ağlanır sanıyorum) Gözündeki yaşlar, çenesinde yan yana duran iki kahverengi beni ıslatıyor.

Sonraki yaşlarımda annemin yüzündeki o iki ben, bana hep sımsıcak bir omuzu ve Ağustos ortasında serin bir akşamüstünü anımsatıyor.

KİRAZ AĞACINA KUŞLAR KONMUŞ

-Yine dadanmışlar kirazlara!
Bize doğru fırlatılan birkaç toprak parçası yanımızdan geçip gidiyor. Teyzemle, elimizdeki kovaları uzanabildiğimiz en yüksek dala asıyoruz. Kuşlardan arta kalan (ninemin söylediği gibi kuşyeniği olmayan) kirazları kovanın içine rasgele atıyoruz. Doldurduğumuz kovayı, nineme uzatıp, ondan aldığımız boş kovayı asmak için yeni bir dal arıyoruz. Bu böyle ne kadar sürüyor bilmiyorum ama, ne beline kadar uzanmış saçları, mavi başörtülü teyzem yoruluyor kirazları toplamaktan; ne de durmadan “kiraza kuşlar konmuş, taşlayayım şunları” diyen ninem. Ben bu oyunu çok seviyorum.

Bahçe kapısının eşiğinde, iyice kısalmış ve yıpranmış pantolonuyla beliriyor Ömer. Kiraz dalları arasından görüyorum onu. Çarçabuk ağaçtan inip yanına koşuyorum. Yine, her zamanki gibi ceviz ağacının altında alıyoruz soluğu.

Çok geçmeden İnesaralılar’ın (onlara takılan lakap buydu) iki kızı da çıkıp geliyorlar yanımıza. Onları istemiyorum. Ben Ömer’le yalnız oynamak istiyorum. Ömer, yalnız bana çamurdan hamam nasıl yapılır öğretsin istiyorum. Çeşmenin başına kadar benimle yarışsın istiyorum. Tarlalardaki köstebek yuvalarını çomaklarla ikimiz bozalım, yılanların kuyruklarını ikimiz kopartalım istiyorum.  Oysa Ömer, cevizin altında en büyük hamamı onlarla birlikte yapıyor. Üstümü silkeleyip eve gidiyorum.

Bütün kiraz ağaçlarıma kuşlar dadanıyor…

***
-          Bulgur aşı yaptım, deden beklemez! Hadin gari tez gelin! diye bağırıyor ninem.
Ömer’i beklemeden koşturuyorum. Daha bahçe kapısında burnuma geliyor bulgur pilavının kokusu. Kapının önündeki kiraz ağacının altında bağdaş kurmuş oturuyor dedem. Kasketini başından çıkartıp ağacın bir dalına asmış. Kareli sofra bezini dizlerimin üzerine çekip oturuyorum.

Teyzem, dedemin yanında her zamankinden daha suskun, daha tedirgin. Sofradan hızla kalkıyor. İçeriye gidip, elindeki çay tabağına koyduğu iri taneli tuzla geri dönüyor.

Dedem, cebinden çıkardığı kırmızı saplı çakısıyla domatesleri (o domat diyor) küçük küçük doğruyor önündeki plastik tabağa. Sonra yufkadan bir parça kopartıp, iki kenarından tutup katlıyor ve sanki kaşık gibi daldırıyor bulgur pilavının içine. Dedemin ağzı karanlık, kocaman bir mağara gibi görünüyor bana. Teyzemin eze eze sulandırarak kese yoğurdundan yaptığı ayranı, tasıyla dikiyor kafasına. Sonra da eğilip sofra bezine siliyor dudağının kenarını.

İncecik kilimin altındaki iri topraklar batıyor ayaklarıma. Canım acıyor ama sesimi çıkartamıyorum. Dedemden çekinmek, korkmak teyzemden bana bulaşıyor sanki. Ömer’e bakıyorum göz ucuyla. Cevizin altında oturmuş çamurdan hamam yapıyor hala. Onu sırtından görüyorum. Yemeğe bile gelmiyor. Bir daha onunla oynamayacağım. Çünkü o en büyük hamamı Elif’le yapıyor.

Teyzem sofrayı topluyor aceleyle. Dedem, parlak renkli sigara tablasını açıyor. Dikdörtgen beyaz bir kağıt çıkartıp, tütünü içine seriyor özenle. Dudaklarında gezdirip diliyle kenar kısmını yalıyor. Cebinden çıkarttığı çakmakla (o muhtar çakmağı diyor) yakıyor sonra. Ve yarı yarıya dökülmüş saçlarını sıvazlayıp kasketini başına geçiriyor.

ASIK YÜZLÜ, GÜLER YÜREKLİ ADAM

Gül bahçelerini ardımızda bırakıyoruz. Babı’nın (bu yaşlı eşeğimizin adı) bıyıklarından sular damlıyor taşların üzerine. İlerideki evin önündeki kadınlar, griye dönmüş giysilerini odun ateşiyle zift gibi olmuş kazanların içinden tas tas döktükleri dumanlı sularla beyazlatmaya çalışıyorlar. Babı’nın semerinden iniyorum aşağıya. Ninem boynundaki ipten çekiştirip evin alt tarafındaki ahıra doğru sürüklüyor onu. Babı için çok üzülüyorum. Sanki üzerinde o semer ve ben varken daha da yorulduğunu düşünüyorum. Bunun için de, bağ evine yürüyerek gidip gelmek istiyorum. Ne var ki ninem ıslarla Babı’nın sırtına binmemi istiyor.

Üzerinde yuvarlak havalandırma delikleri açtığım karton kutuyu sımsıkı tutuyorum ellerimde. Gözlerimdeyse muzip ışıltılar, dedemin kahveden dönmüş olmasını dileyerek yokuşu hızla tırmanıyorum. Kutunun içindeki hayvancıklar korkuyla bir sağa, bir sola pıtır pıtır koşuşturup duruyorlar. Arkama bakıyorum. Ninem elindeki kovaları kenardaki taşların üzerine bırakıp soluklanıyor.
-Teyze! Teyze! Dedem geldi mi?

Başımı tahta kapıdan içeri uzatıyorum. Sedirin üzerindeki tel kafesin içinde onun siyah kekliğini görüyorum. “Demek ki gelmiş!” Ninem yetişiyor bana. Kapının önüne bırakıyor elindekileri, “biliyorsun çok terstir! Kızarsa karışmam” diyor. Umurumda değil. Dedemin genellikle tarlada giydiği, neredeyse boyum kadar uzun çizmelerinin içine kutudan çıkardığım minicik farelerden birkaçını bırakıyorum. Aslında, harmanlanan saman yığınlarının altında bulduğumuz bu sevimli hayvancıkları beslemek istiyorum ben.

Dedem elinde havluyla görünüyor kapının eşiğinde. Kısacık boylu bu adamın yüreği kendinden daha büyük. Duygusal… Suratı asık ama hani izin verse de girebilse insanlar yüreğine, işte orası coşku dolu.
-Nerde galdınız!
Koşup sarılıyorum ve kutuda kalan son iki fareyi de koynundan içeriye bırakıyorum telaşla.
Hiç kızmıyor. Söylenmiyor… Benimle birlikte gülüyor. Kocaman kocaman gülüyor.

KAPI DAĞI

Sabahın erken saatlerinde, kulağıma gelen tanıdık bir ıslıkla fırlıyorum yattığım yerden. Burnumu cama dayayıp dışarıya bakıyorum. Ömer gelmiş!
Merdivenleri soluk soluğa iniyorum. Özenle arayıp bulduğumuz beş tane taşı cebinden çıkartıyor. Cevizin altına gidiyoruz. Avucundaki taşları toprağın üzerine saçıyor. Ve onların birini havaya atıp, düşene kadar geçen sürede yerden bir taş alıp kenara koyuyor. Büyük bir coşkuyla oynadığımız bu oyunun adına beş taş diyoruz. Onun da benim de uğurlu saydığımız birer taşımız var. İlk kez elimize alıp baştaş yaptığımız taş hep aynısı oluyor. Dalıp gidiyoruz oyunun büyülü derinliğine…

***

İçeriye girmemi söyleyen ninemin sesi ile irkiliyoruz ikimiz de. İçeriye girmem gerektiğini söylüyor. Yoo söylemek değil bu; emrediyor… Bu saatte niye girecekmişim ki anlamıyorum. Ömer’e dönüp “sen de evine git artık” diyor. “Niye gitsin, biz oynuyoruz” diye çıkışıyorum ama o beni önüne alıp eve sokuyor. “Deden kızıyor. Büyüdün artık sen! Kız çocukları erkeklerle oynamaz! Git Elif’le oyna! Kısmet”le oyna! Artık Ömer’le oynamak yok! Dedene söylerim valla!” diyor ve kaldığı yerden halı dokumaya devam ediyor.

Öfkemden gözlerim alev alev yanıyor. Nasıl söylerim ona; “dedem kızıyormuş, artık hamam yapmak için beni çağırma, kirazın altına da gelme” diye… Hem neden kız çocukları ile erkek çocukları oynamazlarmış? Hiçbir anlam veremiyorum.

Kızıyorum dedeme, çok kızıyorum. Merdivenlerden yukarıya çıkıp, ayaklarımın altına hasır örgü tabureyi koyup asma yapraklarının arasından sokağa, Ömer’e bakıyorum. Ömer, ilerideki çeşmenin başında, eline geçirdiği ince bir sopayı hızla yerdeki otlara vuruyor. Sopanın çıkardığı ıslık gibi bir ses geliyor kulağıma. Bu öfkenin sesi olmalı…

Dedemle konuşmuyorum sonra. Bana verdiği gelin paraları (elli kuruşların üzerinde gelin resmi vardı) almıyorum. Onun, ufacık doğradığı domateslerden yemiyorum.

İçimden kekliğin kafesini açık bırakmak geçiyor. Nasıl olsa kedinin biri kekliği kapar. Ben de ondan öcümü almış olurum. Bu fikir hoşuma gidiyor. Teyzemin okulda olduğu, ninemin halı dokuduğu bir zaman kollayıp usulca, tel örgülü büyük kafese yaklaşıp kapısını açıyorum. Eve girdiğinde hiçbirşeyle ilgilenmeden kafesin başına koşturan dedemden alabileceğim en iyi öc bu olmalı…

Açıyorum. Kuş özgürlüğüne ve ölümüne bir iki kanat çırpışıyla ulaşıveriyor.
Komşunun iri yarı sarı kedisi, ağzında dedemin canı kadar sevdiği keklik ile gözden kayboluyor.

***
Odadan çıkıp, ninemin yanına gidiyorum. Halı iplerinin kokusunu burnumda duya duya dalıyorum motiflerin gizine. Keklik tamamen aklımdan çıkıyor.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Okuldan dönen teyzemin çığlığı patlıyor evin içinde.
-Anne! Keklik yok kafesinde! Babamın kekliği kafesinde yok!
Çığlığı ürkütüyor beni. Ağlıyorlar. Dedem geldiğinde ona ne söyleyeceklerini düşünüp düşünüp ağlıyorlar. Ben de ağlıyorum. Teyzemi üzdüğüm için ağlıyorum. Kekliğe ağlıyorum.

Gelmesin, dediğimiz an geliyor. Dedem görünüyor çeşmenin başında. Teyzem iyice telaşlanıyor. Dedemin boyu-posu gözümde büyüdükçe büyüyor. Yanında, ellerini cebine sokmuş usul usul yürüyen Ömer’i görüyorum. O da geliyor eve doğru. Şimdi daha çok korkuyorum.

Ağlıyor dedem duyduğunda. İlk kez bir erkeğin ağladığını görüyorum. Teyzem yeminler ediyor; “Ben kafesin kapısını örtmüştüm baba” diyor. Kapısı açık kafesi yerden kaldıran Ömer’in başını okşuyor dedem. Şaşırıyorum. Bir nineme, bir dedeme, bir de Ömer’e bakıyorum.

“Kızmadın mı yani?” diye soruyorum dedeme.
“Niye kızmam gerekiyordu?” diye soruyor dedem.
“Ömer’in buraya geldiğine”
“Neden kızayım ki?”
“Hani sen demişsin ya, kızların kız arkadaşı olur, kızlarla erkekler oynamaz diye...”

Başını kaldırıp ninemin yüzüne bakıyor ters ters. Ninem başını öne eğiyor. Neler olduğunu anlamıyorum. “Bırak böyle şeyleri hatun” diyor dedem nineme yüksek sesle. “Bırak da oynasın çocuklar istedikleri gibi. Sen ne bakıyorsun Hatice kadına; varsın o oynatmazsa oynatmasın kızını komşunun oğluyla. Çocuk bunlar daha… Bırak da gönüllerince oynasınlar…”

***

Kapının aralığından gökyüzüne bakıyorum.
Uzaklardan bir kuş sürüsü Kapı Dağı’na doğru uçuyor.


ÇOCUKLUĞUM ELLERİMDE CEVİZ KINASI

/ÇOCUKLUĞUM PASLI ANAHTARLI BİR KAPI ARDINDA
DÜŞLER SATIN ALDIM GECELERİ
GELİN PARALAR SIMSIKI AVUCUMDA/

İşte yıllar sonra, toprak sıvası dökülmüş, her yanını örümcek ağları sarmış eski anılar kokan, çocukluğumu sakladığım bu evin gıcırdayan merdivenlerindeyim.
-Anne burası çok kötü kokuyor.
-İstersen sen beni dışarıda bekle.
Çıkıyor kızım. Üzerindeki giysiyi kot pantolon ve yeşil tişört değil de turuncu-beyaz bir elbise gibi görüyorum. Elleri sanki çamur içinde.

Çocukluğum; minicik elleriyle burnunu tutup babasının yanına, kurumuş kiraz ağacının altına koşuyor. Ayağındaki spor ayakkabıların toz-toprak olmamasına özen göstererek.

Yukarı odaya çıkıyorum. Sulanıp, yamalı bir bohça içinde yumuşamayı bekleyen yufka ekmeklerin kokusunu duyuyorum boş odada. Odanın bir ucundan diğer ucuna çamaşır ipi gerer, gerilen o ipin üzerine de elbiselerimi asardı teyzem. O ipten rengarenk düşler giyiyorum üzerime şimdi… Kırık camların arasından, parmak uçlarımda kalkmadan, ayağımın altına tabure koymadan dışarıya bakıyorum. Köşedeki çeşme artık akmıyor. Sadece paslı bir boru kalmış ortasında.

Yıllar öncesindeyim sanki. Ninem, halı dokuyor dış kapının hemen girişine kurulan kocaman tezgahta. Başının üzerinden renkli ipler sarkıyor. O, hangi renk ipi kullanmak istiyorsa uzunca bir parça kesiyor ipten ve çabucacık karanfiller, güller, mor menekşeler işleyiveriyor.

Ninem, hastalıklı çocukluğunu, çilekeş genç kızlığını, asla bilemediği kadınlığını halı köşelerinde motif motif anlatıyor.

Kızımın sesini duyuyorum, beni çağırıyor. “Geliyorum!” diyorum. Aşağıya iniyorum. Aşağı odalara dedemin sigara kokusu sinmiş sanki. Örümcek ağlarının arkalarından O’nu görüyorum. Köşe minderine bağdaş kurup oturmuş. Kırmızı saplı çakısı ile elindeki dal parçasını yontuyor dalgın dalgın.

Kapının önündeki findık ağaçları hala duruyor. Ömer’i düşünüyorum. Yeşil ceviz yapraklarıyla ellerimize kınalar yaktığımız Ömer’i. Uzaklardan ıslığı geliyor; kendi kimbilir nerelerde?

Ceviz ağacının altına gidiyorum. Eğilip taş topluyorum yerden. Baştaş yapıyorum birini. Kızım koşarak geliyor yanıma.
-          Sıkıldım anne, gidelim artık hadi!
-          Gidelim…

Bahçenin tahta kapısını, işte öylesine kapatıp, ağzımda yufka tadı, burnumda sigara kokusu, çocukluğum ellerimde ceviz kınası arabaya biniyorum.

Kızımla birlikte büyümeye doğru yol alıyoruz.


13 Mayıs 2012 Pazar

Teşekkürler


Geç kalmış bir teşekkür

Küçük bir bakkal dükkanı vardı 89 sokakta.
Bu sokak öyle sıradan bir yığın beton konutun olduğu, apartmanların birbirinin yüzüne yakından baktığı bir sokak değildi ama. Daha çok iki ya da tek katlı evler vardı. Bazıları cumbalıydı. Her evin bahçesinde yasemin çiçekleri ve güller de vardı ama ben gülü sevmezdim pek. Hala sevmem. Çevresindeki sarmaşıklar gizlerdi 20 no.lu bakkal dükkanını.

Asık yüzlü, koca göbekli, gömleğinin kolları sıvalı, kalın belinde kirli bir önlüğün asılı olduğu bakkal tiplemelerinden farklı olarak o bakkalın güler yüzlü sahibi bir kadındı. 18-19 yaşlarında evlenip köyünden gelir gelmez o bakkaldaki vita yağı kutuları, açık bisküvi tenekeleri, deterjan kolileriyle uğraşmaktan yaşama çok da bulaşmamış/bulaşamamış bir kadındı. Güzeldi. Bakkal dükkanına gelen giden hemen hemen her müşterinin kocasına “bu gencecik kızcağızı bu dükkanda niye tutuyorsun be adam... Gün gelir biri bi laf eder, gönlü kayar, cahildir... sonra al başına belayı!” denilecek kadar güzel bir kadındı. 34 yılını o bakkal dükkanının tezgahının arkasında tüketti.

Bana çok büyük görünüydü sarmaşıklı bakkal. Bir de sanırım çok dağınık... Her taraf boş şişeler, bira kasaları, koliler kaplıydı. Tavanı yüksekti. Ya da ben çocuk olduğum için bana öyle gelirdi. Gıcırdayarak açılan ağır bir kapısı, Kordon’un dalgalı taşlarını andıran taşları vardı tozlu zemininde.

89 Sokağa girilir girilmez çevredeki evlerden kadınların sesleri duyulurdu: “Güler hanımmm!!!! Güler hanımmmm!!!” Güler hanım bakkal dükkanının önündeki sarmaşıkları kenara çekerek başını sesin geldiği yöne çevirir sorardı... “Efendim Birgül abla” Birgül abla her gün aynı saatte aynı şeyleri isterdi zaten “Bir ekmek. Bir süt. 3 tane de Tekel Bira!” Ekmek akşam için. Bira öğlen için. Süt torun için. Sonra buna benzer ihtiyaçlar mahallenin diğer hanımları için sallanan sepetlere konulmak suretiyle “evlere servis” yapılırdı. Yağmur, çamur, sıcak, soğuk, yorgun, hasta fark etmezdi; çünkü müşteri velinimetti.

Bakkal dükkanının kapısından içeriye girer girmez karşıda suntalardan yapılan ekmek teknesi vardı. Üzerinde veresiye defterleri... Onların da üzerinde sigaraların dizili olduğu uzun-ince sigara tezgahları. Sağda Besler, Eti, Ülker teneke kutuları, solda çikolatalar dururdu. Onların da altında içlerinde toz şeker, un, pirinç, bulgur çuvalları...

Sanırım mahalledeki tek katlı, yasemin kokan evler kat karşılığı müteahhite verilip yerlerine uzun boylu binalar boy göstermeye başladığında önceleri gözüme çok renkli görünen bu bakkal dükkanı beni boğmaya başlamıştı. Kepenginin taa arka mahallelerden duyulan çirkin sesinden ürkmeye başladım önce. Sonra Birgül Hanım dahil, tüm “hanım”lara (!) öfke duymaya başladım. Ardından mahalleden, doğduğum cumbalı evden, yasemin kokularından ayrıldım. Ben ayrıldım ama Güler Hanım hemen ayrılamadı. Genç kızlığını, kadınlığının en güzel zamanlarını, çocuklarına ayıramadığı dakikaları, heveslerini, aşksızlığını, kısaca yaşamını o bakkal dükkanında, sarmaşıkların yaprakları arasında yitirdi.

Bakkal dükkanı 34 yıl sonra gür bıyıklı birine bir gün içinde devredilip, tası tarağı toparladığında arkasına bile bakmadı Güler Hanım. Gür bıyıklı bakkalın ilk işi sarmaşıkları kesip, gürültülü kepengi değiştirmek oldu. Ekmek teknesini değiştirdi. Yerine; üzerinde “Lütfen elle değil, gözle seçiniz” yazan camekanlı bir ekmeklik koydu. Vita tenekelerine artık sardunyalar dikildiği için görünürde hiç yağ tenekesi kalmadı. Un-şeker-bulgur-pirinç çuvalları süslü paketlerle değiştirildi. Diğerini başka bir şeyle... ötekini berikiyle değiştirdi...

Annem 34 yıl sonra evine, hasretini çektiği soba sıcağının dibinde kıvrılıp örgüsünü örmenin keyfine, kendi bahçesinde çiçek yetiştirmenin keyfine kavuştu. Geriye baktığında sarmaşıklı bakkalı pek de gülümseyerek hatırlamadığı(m)  kesin.

Annem şimdi benden kilometrelerce uzakta. Bu yazı çekilen sıkıntıların karşılığı olmaz elbette ama belki bir teşekkür olur sana… Anneler Günü’n kutlu olsun.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

HIDIRELLEZ DİLEKLERİ




HIDIRELLEZ  DİLEKLERİ

Sokak çocuklarıydık. Akşamları başımızı sokacağımız bir evimiz vardı elbette ama diğer bütün zamanımızı sokakta oyunlar oynayarak geçiriyorduk. Bilgisayar oyunları değil, ‘gerçek’ oyunlarımız vardı. Dizlerimizde ‘gerçek’ yaralarımız, yaralarımızdan sızan ‘gerçek’ kanlar vardı.

Sokaklar, çocuk oyunları için en uygun alanlardı. Saklanmaya uygun bahçelerimiz, top oynarken birinden diğerine ip germek için yüksek ağaçlarımız, gazoz kapaklarından mutfak malzemelerimizi yayıp oynayabileceğimiz kapı önlerimiz, tellerden eğip büküp yaptığımız el arabalarımızı yarıştırabileceğimiz kaldırımlarımız vardı.

Sokak çocuklarıydık. Akşam ezanından önce eve girmemiz, komşumuzun bahçesinden erik çalmamamız, pazardan dönen teyzelerin elinden filelerini almamız, otobüste büyüklerimize yer vermemiz, okulda öğretmenlerimizin sözünden çıkmamamız öğütlenirdi. Erik çalsak, ağır filelerle evine üfleye püfleye dönen teyzeleri görünce yolumuzu değiştirsek, okulda tek ayak üstünde durma cezasını göze alarak haylazlık yapsak bile akşam ezanından önce eve girmememiz asla söz konusu olamazdı. Çünkü eve babadan sonra girilmezdi. Hıdırellez geceleri hariç.

Bu yasak yalnızca Hıdırellez akşamları bir geceliğine kaldırılırdı. Hıdırellez; “akşamın geç saati eve girebilmek” demekti biraz da bizim için. Arkadaşlarla daha çok oyun demekti. Anneler pencerelerin tül perdelerini aralayıp; “baban şimdi gelir, çabuk eve!” diye bağırmazlardı o gece.

Annemin anlatmasına göre Hıdırellezin anlamı şuydu; Hz. Hızır ile Hz. İlyas, ölümsüzlük suyundan içmişler ve o andan itibaren ölümsüzlüğe kavuşmuşlar; Hızır karada yaşayan insanların, İlyas ise denizdekilerin yardımcısı olmuş. Hızır ile İlyas 6 Mayıs tarihinde buluşurlarmış. “Onların buluştukları tek gün olan güne Hıdırellez denir, biz de bunu kutlarız” diye açıklardı annem. Aslında bu günün anlamı çok da önemli değildi. Dediğim gibi benim için önemli olan gece yarılarına kadar süren oyunlardı.

Aşağı mahalle, yukarı mahalle kavramlarımız vardı. Biz, aşağı mahallede otururduk. 12-13 çocuktuk. Hıdırellez akşamını iple çeker, içimizde olmasını çok istediğimiz sırrımızı  o akşam yazılacak dileklere ertelerdik. Kağıtlara dileğimizi yazar, pantolonumuzun cebine tıkıştırır, boyumuzdan büyük ateşin üzerinden atlarken gerçek olmasını yürekten dilerdik.

Yukarı mahallenin çocuklarıyla her ne kadar gündüz oyunlarını paylaşsak da, hıdırellez akşamları gizliden gizliye bir rekabet oluşturur, mahallenin ortasına daha büyük ateşi yakmak için sabahtan hazırlıklara başlardık. Herkes çevre tarlalara, bahçelere dağılır çalı, çırpı, gazete, lastik, kutu, ayakkabı, çer-çöp ne bulursa meydana yığardı.

11 yaşındaydım. Mayıstı. Çiçek kokuyordu aşağı mahalle. Remzi amcanın gece-gündüz demeden çalmayalım diye başlarında nöbet tuttuğu katmerli güller, siyah demir bahçe korkuluğundan dışarıya başlarını uzatmışlardı. Hıdırellezdi ve bahçelere girip gül çalmak adettendi. Ama bu zorlu iş, ateş üstünden atlama şöleninden sonraya ertelenirdi. Çünkü saat geç olurdu, Remzi amca beklemekten ve çocukları elindeki hortumla ıslatmaktan yorulur uykuya dalardı.

Sabah uyanır uyanmaz meydanda buluştuk. Hangimiz nereye dağılacağız, neler toplayacağız planladık. Herkes görevini gayet iyi ezberledi. Yukarı mahallenin yaktığı ateşten daha büyük bir ateşimiz olacaktı bu hıdırellezde. Ne bulduysak getirip meydana, dört yol ağzına yığdık. Akşamüzerine kadar kan ter içinde sağa sola koşuşturup durduk. Hava kararmaya yakın bir saatte, yakacağımız ateşin başına bir nöbetçi dikip evlerimize, dileklerimizi yazmaya gittik.

O çok istediğim, önü sepetli beyaz bisiklet yakında benim olacaktı. Küçük kağıda büyük harflerle “BİSİKLET” yazmıştım çünkü. Diğer çocukların yazdığı dileklerin de benimkinden farklı olmadığını biliyordum. Karnesinde matematiğin beş olması, kenarları beyaz çizgili spor ayakkabıya biran önce sahip olmak gibi çocukça dileklerimiz vardı işte.

Dileğimi yazdığım kağıdı özenle katlayıp pantolonumun cebine koydum. Koşarak sokağa çıktım. Meydana bir solukta vardım. Bütün gün yakmak için biriktirdiğimiz çalı çırpının başına geldiğimde mahallenin bütün çocukları oradaydı. Heyecanımızdan yerimizde duramıyorduk. Aklım, cebimdeki küçücük kağıda sıkıştırdığım beyaz bisikletteydi. Artık, diğer çocukların bisikletlerinin selesine binmek zorunda kalmayacaktım. Nihayet benim de olacaktı bir tane. Mehmet’le yarış bile yapabilirdik ilerideki yazlık sinemanın kapısına kadar. Mahallede en hızlı bisiklet kullanan oydu. Ben de iyiydim ama. Hızlı kullanırdım bisikleti. Önündeki rengarenk fırıldak rüzgarla deli gibi dönerdi. Ama daha ne kadar “Bir tur versene, köşeye kadar…” diye isteyip duracaktım diğer çocuklardan. Bu gece hıdırellezdi. Bu gece, dileklerini yazıp ateşin üstünden atlayan herkesin istekleri gerçek olurdu. Benim de olacaktı.

Sonra hava aniden kapattı. Sonra bulutlandı birden gökyüzü. Sonra yağmur yağmaya başladı. Ateşi yakmamıza, üstünden atlamamıza, bisiklete çok az zaman kalmıştı oysa ki… Yakmak için topladığımız, meydana yığdığımız bütün her şey sırılsıklam ıslandı. Dinmedi o gece. Sabaha kadar yağdı yağdı yağdı… Anneler çocuklarına “çabuk eve!” diye seslendi pencerelerden. Bütün çocuklar evlerine, yataklarına girdiler.

Uykuya dalmadan önce Hıdır’la İlyas’ı  düşündüm “ıslanmışlar mıdır acaba” diye… Bir de hiç olmayacak dileğimi…