12 Aralık 2012 Çarşamba

ADASI OLMAYAN DENİZ


Kitaplığımda kareli kağıtlardan yapılmış küçük gemiler var. Gidememişliklerimi sürekli anımsatan ve çekip gitmeye özendiren kağıttan gemiler... Hiçbir denize açılmışlıkları yok. Hiçbir dalga okşamadı henüz. Hiç tanışmadılar rüzgarla. Limana çekilmiş ve yıllarca orada unutulmuş gibi duruyorlar öylece. Ve insana unutulmuşlarını anımsatıyorlar ısrarla.

***

Yıllar önceydi. Ellerimi masanın üzerinde amaçsız tutmamak içindi sanırım, yanımda duran kareli not defterinin sayfalarından küçük gemiler yapmaya başladım. Bir yığın oldular. O konuşuyordu. Ben katlıyordum. Konuşuyordu. Katlıyordum. Çok uzun konuştu.

“Bırak kağıttan gemiler yapmayı. Çekip gidemiyorsun nasılsa.”

Elini uzattı, kağıt gemilerimden birini aldı. Kalemini çıkarttı, üzerine çok sevdiğim o şairin, çok sevdiğim bir dizesini yazdı ve şarap kadehimin içine bıraktı.

“Saçlarını aç…”
“Efendim?”
“Saçlarını aç dedim.”
“Niye?”
Yanıtlamadı. Elini uzattı saçlarımı saran tokayı çıkarttı. Sadece, “Ne çok itiraz ediyorsun  sen…” dedi bekleme odaları kadar  sakin bir sesle.

Gemi, lal rengi bir denizde yüzüyordu artık. Lal bir denizde ve bir fanusun içinde nereye kadar gidebilirdi ki? Nefesimi rüzgar yapıp az öteye uğurladım ve bir yudum deniz suyu dolaştırdım dilimin üzerinde. Başka dilde konuşan insanların kentinin ışıkları görünüyordu karşı tarafta. Bizim denizle, onların denizinin arasında balıkçılar gidip geliyorlardı. Karanlıkta görünmüyorlardı ama motor sesleri ve yüksek sesle söyledikleri türküler duyuluyordu kısacık sürelerde.
“Bir türkü söylesene…”
“Ben türkü bilmem.”
“Şiir oku o zaman” Aklıma hemen geliveren bir şiirin ilk mısrasını okuyorum. Kadehini kadehime vuruyor. “Şu denizi dalgalandıralım” diyor. Dalgalandıralım.

“Sen git artık” diyorum ağzımdaki yudumu bitirdikten sonra. Kadehimdeki şarabı işaret ederek, “Artık gidemem” diyor, “Baksana gemim su almış” “O seni en yakın adaya kadar götürür” diyorum. Gülüyor, “Sen bu denizde bir ada görüyor musun? Ben görmüyorum.”

“Gemiler, rüzgarı adalarla aldatır. Adalar; ‘rağmen seven’ kadınlar gibidir biraz da... Yani,  gemilerin gitmek isteyip de dümen kıramadıkları yalnızlıklarıdır. Aslında her denizin adası yoktur. Bazen durup durup iskele altlarına sokulmaları da bundandır. Bunu biliyor muydun?”
“Hayır” diyorum. “Ben her denizde bir ada olduğunu sanıyordum... Sen git artık.” Duymazdan geliyor; “Bana bir şiir daha oku…”

Şiir okumuyorum. Kadehimin içindeki kırmızıya dönmüş kağıt gemiyi çıkartıp, şarap şişesinin mantarının üzerine koyuyor. Üzerine yazdığı yazı akmış, harfler birbirine karışmış. Masanın üzerinden bir kağıt gemi daha alıyor, üzerine bir şeyler yazıyor bir kez daha ve kadehimin içine bırakıyor. Ceketini giyiyor ve bir kez daha gidiyor.
Kadehimdeki kağıt gemi uzakları özendiriyor. Üzerinde onun el yazısıyla; “Ruhun Gemisi” yazıyor.

Başka dilde konuşan insanların şehirlerinin ışıkları görünüyor belli belirsiz. Uzaktan motor ve türkü sesi duyuluyor. “Haklısın” diyorum kendi kendime; Her denizin adası yoktur…”

13 Ekim 2012 Cumartesi

Hediyem olsun

Akşamın erken saati, vapurun bol yağmur alan güvertesinde okumuştu bana o şiiri.
Yüzü çocuktu, kalbi adam.

Ben, o yıllarda her insanın bir öyküsü olduğuna değil, her insanın bir şiiri olduğuna inanıyordum.
 “Bana bir sayı söyle!” derdi. Söylerdim.
 Esmer parmaklarını kitap ayracı yapar sorardı, “Sağ mı, sol mu?” söylerdim.
Boynumdaki atkıyı hızla çıkarıp kendi boynuna dolar, sanki başında kasketi varmış da yan çeviriyormuş gibi yapar, şiir öncesi kulis hazırlıklarına başlardı. Sahne aldığında ise elindeki kitabı telaşla aralar, söylediğim sayfaya bakarak, genelde ezberinden çıkan şiiri yüzünü yüzüme ilikleyerek okurdu.

 “Elimden tut yoksa düşeceğim/ yoksa bir bir yıldızlar düşecek/ eğer şairsem beni tanırsan/ yağmurdan korktuğumu bilirsen/ gözlerim aklına gelirse/ elimden tut yoksa düşeceğim yağmur beni götürecek yoksa beni”  

Her şiiri bitirdiğinde gülerdim. Kızardı, “Ne gülüyorsun kızım ya? Şiir okuyoruz burada” diye söylenirdi. Yüzünü iliklediği yerden çözüp denize döndürürdü. “Gideceğim bir gün bu kentten... Ben giderken, sen de gel benimle..”

Gidemeyeceğimi bilir, yine de gitmekten ne zaman söz açılsa inatla çağırırdı.
 Ben gidemedim. Yağmurların dindiği bir mevsimdi, o gitti... İki ay sonra bir kart gönderdi gittiği kentten. “Atkın bende kaldı ama iyi de oldu. Çok soğuk oluyormuş burada kışlar” diye yazıyordu kartın arkasında kırık dökük bir el yazısıyla.
 Yıllarca sustu sonra.
 Olsun. Vapur güvertelerinin ıslandığı akşamlar, gülümseyerek hatırladığım birkaç şiir bıraktı bana...

***

 Telefonum çaldı, açtım. Yıllar sonra onun sesi ilişti kulağıma şaka gibi...
“Bana bir sayı söyle!” Söyledim (Söyledim mi?)
“Sağ mı, sol mu?” Söyledim (Söyledim mi?)
Okumaya başladı.

 “Ben sana mecburum bilemezsin 
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum 
Büyüdükçe büyüyor gözlerin 
Ben sana mecburum bilemezsin 
İçimi seninle ısıtıyorum. 

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor 
Bu şehir o eski İstanbul mudur 
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor 
Sokak lambaları birden yanıyor 
Kaldırımlarda yağmur kokusu 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur 
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur 
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan 
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu 
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından 
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman 
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu 

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor 
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor 
Durup köşe başında deliksiz dinlesem 
Sana kullanılmamış bir gök getirsem 
Haftalar ellerimde ufalanıyor 
Ne yapsam  ne tutsam nereye gitsem 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Belki haziran  da mavi benekli çocuksun 
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor 
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden 
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun 
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor 
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin 
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor 

Ne vakit bir yaşamak düşünsem 
Bu kurtlar sofrasında belki zor 
Ayıpsız   fakat ellerimizi kirletmeden 
Ne vakit bir yaşamak düşünsem 
Sus deyip adınla başlıyorum 
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin 
Hayır başka türlü olmayacak 
Ben sana mecburum bilemezsin. 

 “Attila İlhan ölmüş demek için mi aradın?” dedim.
“Hayır” dedi. “Doğum gününü kutlamak için aradım”

 Yüzü adamdı sanki, kalbi çocuk... Nefesi hala şiir kokuyordu.

23 Eylül 2012 Pazar

Hesaplar benden...



İstanbul…
Gece…
Saat sabaha yakın değilse de, hayat bilgisi kitaplarındaki gibi ailecek televizyon karşısında mutluluk fotoğrafları verilecek kadar da erken değil…

Devrik cümleler gibi gezen, hayatları devrik adamların yüksek sesle küfürler ederek geçip gecenin içinde kayboldukları bir sokak. O sokaktan birkaç  fotoğraf karesi…

Sağdaki  köşe başında, uzaktan bakınca kadın mı erkek mi olduğu anlaşılmayan bunun çok da önemi yok zaten,  parlak elbiseli iki orospu müşteri bekliyor. Akmış rimelleri ve bozulmuş yan fermuarları kimin umurunda, iki saat sonunda alacağı üç kuruş paranın hesabında ikisi de kocaman gülüyorlar.., Sola dönen yolun başında, kemiklerini ince bir zar gibi sarmış bedeniyle bir köpek yatıyor. Öl desen, sokakta öğrendiklerini tümüyle unutup, belki de hayatında ilk kez birine itaat edip  gözlerini yumacak, o kadar yorgun.

Sokağın sonunda, tek tekçilerin iyi bildiği bir meyhane.
İçeride, eski plakta Müzeyyen’in sesi. Meyhanede ahşap, ayağının biri aksayan bir masa. Masada gözleri dumanlı, az gülüşlü, çok sakallı, çok rakılı, çok sarımsaklı, çok Müzeyyen'li, çok darbeli birkaç adam. Ortak noktaları, ölüm. Başka da hiç bir payda buluşturmuyor onları. Hiç bir iç acının toplamı değil sohbetleri.

Biri diyor ki,
"Aşkım da değişebilir gerçeklerim de/Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı/Yan gelmişim diz boyu sulara/Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum..."

Diğeri rakı kadehini masaya vurup içmeden konuşuyor,
‘Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli/Daha hiç çağrılmadım/Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç/Yakup!/Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım’

‘Saat onikiden sonra,/Bütün içkiler şaraptır’ diyor biri sessizce, ceketini alıp çıkıyor dışarı.  Şarap kadehinin içinde kırmızı bir yalnızlık daha da sessizleşiyor. Garson kadehi almaya geldiğinde ‘kalsın’ diyor masadakiler. Kadeh kalıyor.

Dördüncüye bakıyorlar. En sessiz olanına. Yüzünde is lekesi gelecek günlerin habercisi gibi. Ama onlar bunu bilmiyorlar henüz. 
‘Çok sustun bu gece, bir dize de sen patlat birader!’ diyor içlerinden en gür sesli olanı.
Gözlüklerinin üzerinden bakıyor dördüncü.
‘Çıkarıp yavaşça yüreğimi göğsümden,/sildi bir lambanın isli şişesi gibi/yumuşak tülbentini geçirerek içinden…’

Derin sessizliği Müzeyyen bozuyor,
‘Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime…’

Gitmeli, diyor biri..
Gitmeli, diyor öteki,
Gidelim, diyor diğer ikisi.

Hesap!, diyor biri…
Hesabınız ödendi, diyor garson.


İstanbul.
Dört adam,
Sağdaki köşe başındaki parlak mini elbiseli iki kişi artık yok. Belli ki ‘iş’e gitmişler.
Köpek de yok…
Sadece ‘Taksi lazım mıydı abiler?’ diyen kirli sakallı cabbar bir delikanlı.

‘Hesabı hanginiz ödediyseniz eyvallah birader, hadi iyi olsun geceniz…’ diyen kareli ceketli bir sigara yakıp uzaklaşıyor, ilerideki kepenkli dükkanın yanından dönüyor, gözden kayboluyor…

Diğerlerinin adımları da birkaç mahalle sonra bitiyor zaten.

----------------

Hesabı ben ödedim.
Dört adam bir şekilde hayatıma girip, içimin bir yerlerinde yer ettilerse o kadarını da yapmak boynumun borcuydu. Aynı gece, aynı şehirde, aynı meyhanede, aynı masaya oturup aynı anda aynı şarkıyı dinleyemedim belki ama her Müzeyyen dinlediğimde onları andım.

O kadar güzel adamlar gelir mi o şehire, ya da bu şehire bir akşamüzeri o kadar güzel adamlar uğrar mı bilinmez…

Ama ne şiirler tükenir ne şarkılar…
Okudukça yaşarlar bir rakı sofrasında diye
Bir bardak rakı doldurdum kendime şimdi,
Radyoda da Müzeyyen, ‘Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime…’
Çok yaşşaa be Müzeyyen abla…

Eyvallah Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Metin Altıok… 

Toprağınız şiir koksun...




Şehrin elleri



Bir şehrin elleri olur mu? 
O şehrin vardı.
19 yaşındaydım kar soğuğu ayaz ellerini boğazımda hissettiğimde. Sabah başladı, akşama kadar bütün gücüyle boğazımı sıktı. Gece, deniz kokan şehrimin otobüsüne bindiğimde nefes nasıl alınır unutmuştum, yıllarca da hatırlayamadım. Nefessiz yaşadım. Çocukken edindiğimiz alışkanlıklar, yetişkinliğimizde işe yarıyor bazen. 19 yaş nedir ki, büyüdüğünü sanan bir yüreğin en masum yanılsaması... (‘Denizin dibinde en uzun süre nefesi kim tutacak?’ iddialarının vazgeçilmez birincisi olmam o yılların bakiyesidir ama bunu kimse bilmez…)

O şehire yıllar sonra yine gittim. Sol elimin yüzük parmağında bir eksiklikle. O şehrin elleri daha büyümüş, daha çirkin ve daha cüretkar yine boğazımdaydı. Balkonda üşümenin iyi geldiği gri bir kasım akşamıydı. Ve ben canımın yarısını orada bırakmanın iç boşluğu ile sokak köpeklerini seyrettim. Ay tanık… Biraz uyudum, biraz içtim. Çok uyudum. Çok içtim. Ve sabah ilk otobüsle artık deniz bile kokmayan şehrime geri döndüm.

Yıllar sonra yüzünü hiç görmediğim bir yazarın kitaplarında o şehrin sokak aralarını içime sindire sindire okudum. Sonra başka öyküler girdi araya… Sonra başka şehirlerde başka başka eller nefessiz bıraktı boğazımı. Tecrübe böyle bi’şey rahatlığıyla umursamadım. Büyüdüm, yürüdüm, büyüdüm, yürüdüm…

Birkaç gün sonra yine aynı şehire gece 12’ye bir otobüs biletim var cüzdanımın görünmez bir gözünde. İyi miyim? İyiyim, iyiyim…

Geçmiş, yaralarını yalaya yalaya iyileştiren bir kedi gibi. Acıdan, sızıdan, kandan eser bırakmayan tükürük, diz yaralarına iyi geldiği gibi ruh yaralarına da iyi geliyormuş geç öğrendim.

Asık yüzlü konutların, suratsız kurumların, mutsuz bakan kadınların, kravatlı-koyu renkli takım elbiseli adamların şehri, yeni öykülerinle karşıla beni.
–ki yeni öyküler yazacak kadar nefesim kalsın içimde…

10 Eylül 2012 Pazartesi

SEÇME HAKKI


“İnsanların ölümü seçme hakları vardır”
“O zaman niye buradasınız doktor? Dışarıda pijamalarıyla ilaç saatinin gelmesini bekleyen hasta kızınız olsaydı yine aynı şeyi söyleyebilir miydiniz?”

Doktor ayağa kalktı, elinde tuttuğu bir ilaç firmasının eşantiyonu olan fincana sıcak su doldururken sordu; “Çay ya da kahve alır mısınız" Başımı hayır anlamında salladım. Kendisine çay aldı ve masanın öbür tarafındaki yerine oturup yüzüme bakıp gülümsedi, yoo güldü.

“Buradan çıktığında tamamen iyileşmiş olacak mı?”
“Sanmıyorum. Buraya gelen hastaların yüzde doksanı kayıptır bizim için. Kalan yüzde on, eğer hasta gayret ederse iyileşebilir. Yıllardır burada yatan hastalar var.”
“Sizce ne zaman çıkabilir?”
“Kesin bir şey söylemek mümkün değil. Büyük bir olasılıkla yeniden deneyecek.”
“Burada yeniden denememesi için yatıyor değil mi doktor?”
“Onu sekizinci kata çıkartan sebep ne olabilir sizce?”
“Bunun yanıtını belki siz verebilirsiniz, babanızın hastalığı onu sarsmış olabilir; babanıza düşkün müydü?”
“Hayır, aksine çok fazla konuşmaz onunla, yalnızca mecbur kalırsa birkaç kelime o kadar. Aslında Güliz, çocukluğundan beri hiçbirimizle çok konuşmadı. İçe kapanıklık olarak mı isimlendirirsiniz bilemiyorum ama sanki konuşacak bir şeyi olmadığı için konuşmazdı o.”
“Ne zamandır bağımlı?”
“Bizim farkettiğimiz bir yıl önceden beri ama...”
“Anlıyorum, benimle irtibatınızı kesmeyin. Size ihtiyacım olacak.”

Tozlu tül perdelerden gözlerimi aldım ve çıktım odadan. Bir süre kapının eşiğinde yüzümü düzeltmeye çalıştım. Saçlarımı elimle şekillendirdim. Çantamın sapını daha sıkı kavradım ve yanıma yaklaşıp sigara, para, yiyecek isteyen hastaları gözmezden gelerek yürümeye başladım.

L şeklindeki koridoru dönüp bahçeye çıktım. Eski bir bankta oturuyordu. Elinde plastik bir su bardağı vardı. Saçlarını şekilsiz, gelişigüzel, kısacık kesmişlerdi. Onun bu hali bana çok tanıdık geldi. Altı yedi yaşlarındayken aynanın karşısına geçip saçlarını kesmişti. Annem kıyameti kopartmış; “Beslemelere benzemişsin! Nasıl düzelir şimdi bunlar? Oğlan çocukları gibi kestireyim dibinden iyice de gör” diye bağırmıştı. Şimdi de öyleydi işte, beslemeler gibi. Annem görseydi...

Üzerine büyük gelen pijamanın içinde daha da küçülmüştü. Beni görmedi ilkin. Tam karşısına geçip dikilsem de görecek gibi değildi sanki. Uykudan yeni kalkmış olmalıydı. Ses tonumu ayarladığımdan emin olunca ona doğru yaklaşıp seslendim. “Ufaklık... beni gördüğüne sevindiysen ıslık çal” Bu, çocukken birbirimize söylediğimiz birşeydi. Bir filmde duymuştuk, hoşumuza gitmişti, sonra da birbirimize söylemeye başlamıştık.

Başını hafifçe kaldırıp, kim olduğumu çıkartmak ister gibi gözlerini kıstı. Ne düşündüğümü anlamış gibi, “Merak etme tanıdım” dedi, “Senden başka hiç kimse bana ufaklık demez zaten”. Sözcükler çarpık, eğri büğrü, dağınık çıktılar ağzından. “Bu kez konuşamamam içkiden değil, ilaçlardan” dedi ve ayrı dağınıklıkla sürdürdü; “düşünmeyelim diye ilaç yüklüyorlar ve hiç durmadan uyutuyorlar bizi” Ellerini saçlarına götürürken; “Buraya gelir gelmez ilk iş saçlarımızı kesiyorlar. Kötü mü görünüyorum?” “Hayır” diye yalan söyledim. Kötü ne kelime, berbat görünüyordu. Burada olmasa, içki içtiğine yemin edebilirdim. Konuşmakta, gözlerini açmakta zorlanıyordu. Pijamasının cebinden çıkarttığı sigarayı yaktı, titreyen elini dizinin üzerine bıraktı. “Niye gelmedin?” diye sordum. Cevap vermedi. Duymadığı düşündüm yineledim; “Yıllardan beri yanıma çağırdım seni, niye gelmedin?” Herşey ne kadar farklı olurdu düşünsene.” “Eğer gelseydim, bu ona ödül olurdu. Oysa onun yanında kalmam yaşamının her anını azaba çevirdi.” Bana yanıt veriyormuş gibi değil, daha çok sayıklıyormuş gibiydi. Herşey bu kadar yeni yaşanmışken onu sorgulamanın zamanı şimdi değildi. “Seni çok özlemişim” dedim. “Niye geldin? Babamın hasta olduğunu duyduğun için mi, benim için mi?” “Tabi ki senin için geldim, bunu biliyorsun ufaklık” “Hayır! Bilmiyorum!” diye çıkıştı. Biraz ürktüm. Bahçede dolaşan hastalar bize doğru baktılar. Pijamasının içine elini sokup sürekli organını tutan genç bir hasta yanımıza doğru yaklaşıp sigara istedi. Güliz ona “defol git burdan! Manyak! Sapık” diye abartılı bir ses tonuyla bağırdı. Hasta sırıtarak uzaklaştı. “Eğer bir tanesine sigara verirsen, bütün deliler buraya üşüşür. Sigara içmeyen bir tek deli yok burada. Yüz tır birinci sigarası getirsen, onbeş dakikada biter.”

Kapana kısılmış hayvan gibi yaşıyordu buradakiler. İleride, açık mavi boyanmış bir bina gözüme çarptı. Demir parmaklıkla örtülmüş pencerelerinden insan elleri uzanıyordu ve sürekli çığlıklar geliyordu. Güliz gülümsedi ilk kez; “korma” dedi, “elektrik veriyorlar, burası tuhaf bir yer değil mi? Aslında çok sık düşünürdüm  delilikle akıllılık arasındaki çizgiyi... işte şimdi geçtim öte yana... geçtim değil mi?” Yüzüme bakıp çarçabuk yanıt bekledi. İşte dört yaşlarındaki çocuk yüzü.

 “Sen deli değilsin, sadece zor günler geçiriyorsun o kadar. Bu bir depresyon anlıyor musun? Çıkınca bütün yaşamın istediğin gibi olacak, bana inan, inanıyor musun?”
“Buradan çıkamayacağım. Sen de geri dön, anlıyor musun? Yıllar önce çekip gittiğin gibi git!”
“Güliz ne oldu”
“...”
“Doktor senin için endişeleniyor, yeniden deneyebilir dedi, ben senin artık böyle bir şey yapmayacağını biliyorum.”
“Yapamayacağımı demek istedin herhalde, görüyorsun ya denesem bile beceremiyorum.”
“Güliz, anlatmalısın, sana n’oldu bebeğim?”
Cevap vermedi. Ayağa kalktı. Çok yavaş hareketlerle bir sigara daha yaktı. Koğuşuna yürürken bir ara dönüp yüzüme baktı ve artık dağınık olmayan, çok net sözcüklerle; “Bana bebeğim deme” dedi, “Ben o sözcükten kurtulmak için kaç gece sarhoş uyudum biliyor musun?”
- - -
Bunca zaman sonra çocukluğumun geçtiği bu eve girmek içimi acıttı. Annemi yıllar önce kaybetmiştik. Babam geçen ay bir gece uyumak üzere yatağına yatmış, sabah Güliz onu, tüm vücuduna felç inmiş bir şekilde hareketsiz bulmuştu. Bir ay sonra da Güliz sekizinci kattan kendisini aşağıya sarkıtmış, elinin birini bırakmış, diğerini de bırakacağı sırada onu ikna etmek için uğraşan polislerden biri bileğine yapışıp onu çekmişti. İlginç olan, o gece ağzına bir damla içki sokmamış olmasıydı. Onu bırakıp yurt dışına gittiğim, -acaba kaçtığım mı demeliyim?- için kendimi suçladım yıllarca. Ona benimle birlikte yaşamasını önerdim defalarca. O ise her seferinde reddetti. Yanıtı her seferinde, “eğer gelirsem bu ona ödül olur” oldu. Ve bugün yine buna benzer şeyler söyledi. “Kime?” diye sormamın faydası yoktu.
/onu oradan çıkartmalı ve buradan uzaklara götürmeliyim/

- - -
İçeriye girdiğimde babam uyuyordu. Işığı yaktım, uyanmadı. Komidinin üzerine ilaçları, gözlüğü ve gümüşü kararmış iki fotoğraf çerçevesi duruyordu. Birinde Güliz’le benim fotoğrafım vardı. Camın tozunu sildim elimle. Güliz’e baktım. Hiç benzemiyorduk. O benden daha alımlıydı. Saçları daha dalgalı ve gürdü. Bu fotoğrafı hangi yılda çekildiğimizi anımsamıyorum ama benim üniversiteye başladığım yıl olmalıydı. Güliz olsa olsa oniki, onüç yaşlarında...Çerçeveyi aldığım yere koydum. Diğer fotoğraf babamla bir çocuğun fotoğrafıydı. Çocuk babamın kucağındaydı. Başı omuzlarının üzerinden oyulup, çıkartılmıştı. Bu ya Güliz’di ya da bendim. Çocuğun kıyafeti tanıdıktı ama kimin olduğundan yine de emin olamıyordum; çünkü benden kalan giysileri daha sonraları Güliz’in giydiğini biliyordum. Aklımda sorularla salona geçtim.

- - -

“Onunla iletişim kurabilmemiz çok zor. Tedavisi zaman alacak. Hala ölmekten sözediyor”
 “Güliz nasılsın?”
Saçlarım uzuyor, farkettin mi?”
“Evet hayatım farkettim. Hala benden güzelsin, bu saçlarınla bile...”
“Tarağın var mı?” Çantamdan tarak çıkartıp ona uzattım. Hemen saçlarına götürdü. “Sabahları okula gitmek için acele ederdik hatırlıyor musun? Annem  saçlarımı örer, yüzümden büyük beyaz kordelalar takardı uçlarına. Sen çıkartıp atardın, ben kızacak diye korkardım, çıkaramazdım. Hiç yakışmazdı aslında. Yakışmazdı değil mi?”
“Hayır, yakışmazdı.”
“Doktor onlarla konuşmadığını, sordukları sorulara yanıt vermediğini söyledi; iyileşmek, benimle gelmek istemiyor musun?” Hiçbir şey düşünemiyorum biliyor musun? Zaten doktorların da istediği bu aslında, düşündürtmemek... Düşünmemeliyiz. Zaten çok düşünmekten burada değil miyiz? Bizim şimdi ilaçları içip hiçbirşey düşünmeden bıkmadan usanmadan uyumamız lazım. Ben de öyle yapıyorum. Uslu çocuk oluyorum. İlaçlarımı içip uyuyorum ve düşünmüyorum.” “Babamın başucunda duran çerçevedeki çocuk kim Güliz? Sen misin, ben miyim?” Başını yerden kaldırmadan sigarasına uzandı. Yaktı, bir nefes çekip bıraktı. “Benim” dedi ve ekledi, “Bir daha beni ziyarete gelme tamam mı, şimdi git buradan.”

- - -

Bu kente döndüğüm günden beri çocukluğumun ayak izleriyle dolu bu evin bütün duvarlarıyla, taşlarıyla, köşeleriyle, odalarıyla özlem giderdim. Bir tek onun, Güliz’in odasına girmeye cesaret edemedim. Nedenini bilmiyorum, korktum galiba.

Babamın kapısını araladım. Gözleri açık öyle yatıyordu. Ona Güliz’in yakında çıkacağını söyledim. İyi olduğunu, tedavisinin devam ettiğini söyledim. İlaçlarını verip çıktım odasından.

Ben gidene kadar ikimizin paylaştığı odanın kapısını açtım. Güliz herşeyi değiştirmişti. Duvar kağıtlarından halılara, perdelerden yatak örtüsüne kadar hepsini kendi zevkine göre yapmıştı. Kitapları, müzik cd.leri, kasetleri, kalemleri, duvarda kendisinin yaptığı kara kalem tablolar. Sonra o çok sevdiği gümüş takıları, boş içki şişeleri, dolu içki şişeleri, bira kutuları... Yatağının üzerine bıraktım kendimi. Başım dönüyordu. Onu, o hastaneden çıkartacak ip ucu buralarda olmalıydı. Giysi dolabını açtım, dağınıktı, kapattım. Kitaplarını karıştırdım. Babam onun ve benim kendisi gibi avukat olmamızı çok istemişti. Ben güzel sanatlar okumakta direnmiştim ama Güliz babama “Hayır” diyememiş, tercihlerinde hep hukuk fakültesini yazmıştı. İlk tercihini kazanmasına rağmen ikinci yılın ilk yarısında alkol yüzünden devam edememişti.

Çekmecelerini yatağın üzerine boşalttım. Kağıtlar, notlar, arkadaşlarıyla çekilmiş birkaç fotoğraf ve bordo renkli bir defter çıktı. Defteri açtım. Güzel el yazısıyla şunları yazmıştı:

“Ona aşık oldum ama onunla birlikte olabilmem imkansız. Yarın görüşmek istemediğimi söyleyeceğim.”

Başka bir tarih, başka bir not: “Bedenim kime ait?”

Sayfaları çevirdikçe ilerleyen bir tarih ve bozulan el yazısının altında kısa kısa notlar:

“İçmeden sevişebilmem, onu içime alabilmem mümkün değil, bunu ona nasıl anlatmalı?”
“İçkiyi yine çok kaçırdım. Midem bulanıyor. Ne olacak bunun sonu? Bu lanet olası içkiden kurtulmalıyım. Ayıkken de bedenimi sevmeyi öğrenmeliyim. Bunun cezasını niye ben çekiyorum. Lanet olsun!”
“Buradan çekip gitmek ona ödül olur, bunu haketmedi. Her an yanında olmalıyım; yanında ve sarhoş. Onu bir gün vicdanı öldürecek, felç değil. Bana yaptığını ödeyecek. Ama şimdi içmeli en iyisi...”

Defterin kalan kısmında başka bir şey yoktu. Bomboştu. “Vicdanı öldürecek, felç değil derken babamdan sözediyordu. Babam Güliz’e ne yapmış olabilirdi ki? Defteri yatağın üzerine atıp aceleyle diğer çekmeceleri karıştırmaya başladım. Kilitlenmiş bir çekmece vardı, anahtarları üzerinde değildi. Mutfağa koşup bıçak aldım ve kilidi zorladım. Açıldı hemen. Yalnızca bir zarf vardı çekmecede. Zarfı açıp yazılanları okumaya başladım.

“Aylin,
Bu zarfı bir gün bulacağını biliyordum. Artık yaşamak istemediğime karar verdim bugün.Yoo.. sarhoş değilim. Uzun zamandan beri ilk kez bu akşam içki içmedim. ‘Alkolden ne yaptığını bilmiyordu, sarhoştu onun için intihara kalkıştı’ demesinler diye içmedim. Aklım başımda yani. Uzun süredir ayrı kalsak da sözcüklerimi anlayabilirsin sen. İmgelerime yabancı değilsin. Ne de olsa kardeşiz değil mi? Seni çok özledim biliyor musun? Telefon konuşmaları, mektuplar, ara sıra görüşmeler hiçbiri yetmiyor bu özlemi gidermeye. Yanımda olmalıydın aslında, hep yanımda olmalıydın. Artık seninle içimde yıllardır tuttuğum sırrı paylaşmak istiyorum. Bu mektubu bulduğunda yaşıyor olmayacağıma göre bilmende bir sakınca yok.

Yıllar önce, sen annemle alışverişe gittiğin bir gündü. Ben dokuz yaşındaydım. Okuldan gelmiştim. Babama sizi sordum, “alışverişe gittiler” dedi. Salonda gazete okuyordu. Odaya girdim. Önlüğümü çıkartıyordum ki babam içeriye girdi. “Bana öpücük yok mu?”dedi, ben de yanağımı uzattım. Ama o benim yüzümü sıkıca tuttu ve dudaklarıma yapıştı. İtmeye çalıştım ama sadece dokuz yaşındaydım Aylin. Üzerime çıktı. Sürtünmeye başladı. Bedeni ağırdı. Bağırmadım. Bağıramadım. Hiç ses çıkartmadım. O ise sürekli aynı şeyi söylüyordu; “Bebeğim korkma. Baban sana kötü bir şey yapmaz” Sonra beni bıraktı. Kimseye bundan söz etmedim. Yıllar geçip genç kız olduğumda da hiçbir erkek arkadaşımın bana yaklaşmasına izin vermedim, ta ki sarhoş olana kadar. Bir erkekle birlikte olabilmek için yıllarca, sarhoş olduğum zaman kadar bekledim. Beni anlıyor musun? Beni anladığını bilmeyi çok isterdim. Bunu seninle paylaşamazdım. Sen bana “gel” dediğinde bunu yapmadım, çünkü gözlerimin içine her baktığında kendi iğrençliğini görmesini istedim. Bana bir daha hiç yaklaşmadı ama ben bunu bir saniye bile unutmadım. O duygudan beni kurtaran tek şey içki. Oysa şimdi hangisinin diğerinden daha kötü olduğunu düşünüyorum. İçki mi, yıllardır bedenimde taşıdığım o ağırlık mı?
Artık vazgeçtim. Herşeyden vazgeçtim. Çok yorgunum. Gittiğim yerde dinleneceğimden kuşkum yok, senin de olmasın... Güliz”

İntihara teşebbüs ettiği günün tarihi vardı isminin altında. Kalbimin gürültüsü kulaklarıma geliyordu. Başımın içinde bir uğultu başladı ve ensemde bir yanma oluştu. Ellerimi, dizlerimi, dişlerimi tutamıyordum. Bütün bedenim titriyordu. Öğürerek banyoya koştum. Klozetin içine eğilip kusmaya başladım. Dakikalarca kustum, kustum, kustum... Sonra diz çöktüğüm yerden kalkıp aynada yüzüme baktım. Güliz’in yüzünü gördüm yüzümde. “Aslında ne kadar benziyormuşuz” diye geçirdim içimden. Yüzümü kuruladım. Güliz’in odasına gittim yeniden. Yatağının üzerindeki eşyaları toplayıp hepsini yerlerine yerleştirdim. Ne kadar içki şişesi varsa hepsini çöpe attım. Sonra kapısını kapatıp çıktım.

Babamın odasından gece lambasının ışığı koridora vuruyordu. Işığını yakınca gözlerini araladı, yüzüme baktı. Yanına oturdum. Başının altındaki yastığı usulca çektim ve yüzünün üzerine bütün kuvvetimle bastırdım. Hiç kımıldamadı, kımıldayamadı. Öldüğünden emin olunca yine başının altına koydum yastığı, üzerini örttüm. Gece lambasının fişini çektim. Mayıs esintisini saçlarımda duymak için balkona çıktım.

Doktorun haklı olduğundan emindim şimdi; insanların ölümü seçme hakları vardı...

12 Ağustos 2012 Pazar

Tanju Okan'ın evi




Mekânlara ve o mekânların içlerinde, aslında duygusal bir bağ kurulamaz gibi duran sıradan eşyalara sıkı sıkı bağlanan insanlar tanırım. Babam gibi.

Saat başı vurup duran gonklu duvar saatine, reçel kavanozuna, resim çerçevesine, lambalı radyosuna, Romen rakamlı kayışı eskimiş kol saatine, formika büfesine, üçüncü kez altını yapıştırıp yapıştırıp ayağında sürüdüğü kadife terliklerine bağlanmışlığı vardır babamın. Ama önce illâ ki Urla İskele'deki yazlık evine.

Kareli pantolonlu, Tokyo terlikli, karpuz kollu-daire kloş elbiseli zamanlarımda satın alınan bir yazlığımız vardı Urla İskele'de. Ben o yaşlarımda İskele'yi; balıkçıların ve teknelerin başından ayrılmayan, ağların üzerinde gerinen kedilerin yaşadığı bir yer olarak biliyordum.

Ne Gelinkaya efsanesiyle, ne Yorgo Seferis'le, ne Necati Cumalı'yla, ne de bağbozumu şenlikleriyle yakından uzaktan ilgim yoktu. Şimdi o günleri hatırladığımda aklımda siyah beyaz bir kaç kare var sadece. Sokakta gece yarılarına kadar bağrış çağrış oynadığımız oyunlar, dizlerimdeki öpülünce geçen yara izleri, ayakkabılarımda ve paçalarımdaki bisiklet yağı, yaz akşamları bahçelerden gelen rakı-balık kokuları, illâ ki türkü mezeli sohbetler. Ve hepsinden önemlisi evimizin yakınlarındaki Tanju Okan'ın yaşadığı ev.

O evin orada olması, televizyonlarda boy gösteren biriyle selâmlaşıyor olması babamı çok gururlandırırdı sanırım. Çünkü yıllar sonra Tanju Okan'ın o muhteşem sesi susup, "anılar saçılınca odaya her yere", babam bahçeye kurduğu çilingir sofrasıyla uğurladı onu, bütün şarkılarını baştan defalarca dinleyerek.

Sonraki yaşlarda paçalarımıza ve ayakkabılarımıza bulaşan bisiklet yağı lekeleri bitti elbette. Dizimdeki yaralar geçti, belli belirsiz izleri kaldı. Zaman başka sızılara yol verdi. Oyunlar, oyuncaklar değişti. Çocuklar büyüdüler... Balıkçıların uğrak yeri olan kahvenin tahta sandalyelerinin yerini plastikler aldı. İskele Camii'nin altındaki çeşmede su sıraları bitti. Küçük balıkçı barınakları yerini balık restoranlarına bıraktı. Türkü sesleri günden güne azaldı, azaldı.

Babamın yıllarını geçirdiği, kendini kapattığı, haftanın yedi günü hiç yorulmadan usanmadan misafir ağırladığı, bahçesinde domates, biber yetiştirdiği o begonvilli ev artık yok. Babam kentin gürültüsüne ayak uydurmaya çalışıyor elinden geldiğince. Arada bir yolumuz o tarafa düştüğünde eliyle uzaktan bir evi işaret edip daha önce sanki hiç söylememiş gibi heyecanla, "bu ev Tanju Okan'ın eviydi, bakın" diyor. Biz de daha önce yüzlerce kez duymamışız gibi yapıp, "sahi mi, hangisi?" diye gülüşüyoruz babama hissettirmeden.

İki gün önce gazetede bir ilan dikkatimi çekti. İlan aynen şöyleydi:

"TANJU OKAN'IN URLA'DA
DENİZE SIFIR EVİ
85.000.-TL
SATILIK"

Hâlâ babama söylemedim. Mekânlar ve eşyalar o yaştakiler için çok şeydir çünkü.

Gazeteyi katlayıp bir kenara koydum ama dizimdeki öpülse de geçmeyecek yara izi kaşındı inceden inceden.

2006 

Yazıdan sonra 'cila niyetine' dinlenebilir... 

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Dinlemeseydim iyiydi





Sayısı çok değil ama daha önce de böyle köşe bucak insanlardan kaçıp, bir kitabın içine saklanmışlığım var benim.  Bunu yapabiliyorum; bir yazarın kitabının satır aralarına girip yemeden içmeden günlerce -kitap bitene kadar- orada saklanabiliyorum.  

Daha yeni karşılaştım Mahir Ünsal Eriş'in "Bangır bangır Ferdi çalıyor evde" adlı ilk kitabıyla...
Kapak güzel. Benim de ilk kitabımın kapağı siyah-beyaz bir fotoğraf karesiydi... Bu beni kitaba çekmiş olabilir...  Emin değilim. Ya da ismini okuduğumda "İşte bu bizim ev!" tanıdıklığıydı kitabı aldırtan. Bizim evde de Ferdi'nin sesi köşedeki bakkal Hamdi Amca'dan duyulurdu çünkü...


"Dünya mı karanlık
Yoksa ben mi görmüyorum
Yaşamak azap oldu
Sürünüyor Ölmüyorum
Akşam güneşi aşıyor
Yine dertlerim başlıyor
Ufuktaki kızıl gurup
Yüreğimi ateşliyor
Dertli çalma garip sazım
Bugün yaralarım azgın
Yıllar yılı gam çekerim
Yorgun gönlüm bitik ezgin
Akşam güneşi aşıyor
Yine dertlerim başlıyor
Ufuktaki kızıl gurup
Yüreğimi ateşliyor."

Ferdi'li günler demek, 80 öncesi 'çocuk, genç' olmak demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, ezan saatinden önce -bu baba gelmeden önce demek oluyordu biraz da- evde olmak demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, kapı önlerine kilim serip, en sevdiğin, (aslında en kıskandığın, mahallenin en güzel ve zengin kızına) -masusçuktan- gazoz kapağında kek ikram etmek demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, siyah-beyaz televizyon'dan, koca gözlü radyo'dan terfi edip şarkılı arabesk filmlerde salya sümük ağlamak demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, yalandan bilgisayar oyunları değil, sokak oyunları ve yalandan kan revan değil dizlerimizde gerçek kan demek çünkü.

İçindeki öyküler saklandığım yerde içimin bir yerlerinden yakaladı beni.
Arkadaşı ölen çocuğun yanına çöküp, ezan saatine kadar zamanın geçmesini bekledim...
Gülderen için tuttum yakasından  Mithat Bey'e sövdüm...
Biten bir aşkın ardından, aşıkları hastane odasında bırakıp, gittim Zeytin Adası'na karşı Engin'de çay içtim.
Hayatla erken yaşta 'yanlışlıkla' çarpışmış ve 8'de 8 suçlu bulunmuş bir 'konsomatris'in cenaze törenine gittim, bir iki sardunya diktim... Kıvırcık saçlı kız çocuklarını sevdim ama en çok Şefika'nın başını okşadım. "Kadınlar hep olmadık zamanlarda gider" diyen Mahir Ünsal Eriş'e söylendim içimden, erken giden 'adam'ları hatırlayıp... Ve adliyeye giderken bir vapurun içinde iki yabancı insan gibi öylece hareketsiz oturup,  tepemizdeki martıları tanık yazıp, döner kapıdan içeri girip, 3 dakika içinde boşandığımı anımsayıp kaldım öyle saklandığım yerde.

Korkmadım. Karanlıktan korkmam ben.
Bangır bangır Ferdi çalınan evlerde büyüyen genç kızlar ve delikanlılar karanlıktan korkmazlar çünkü... Ya da bana öyle gelir.

Mahir Ünsal Eriş'in kitabı elimizden tutup bizi 'iskandinav koltuklu zamanlar'a götürüyor.
İçimizde çoktan kapandı sandığımız, 'Acımadı ki! Acımadı ki! Acımadı ki!" diyerek anılara dil çıkarttığımız o zamanlara götürüyor.
Gülümsetiyor, özletiyor, umutlandırıyor...
İnsanın içinde "seviçten yapılma kocaman bir balon şişiriyor" ve havalandırıyor...

Şimdi bitti kitap. Çıktım saklandığım yerden. Yazmaya başladım.
Ya şimdi yazacaktım, ya sonsuza kadar bu kitap hakkında bir kelam etmeyip susacaktım.
Yine susardım da bir kadeh rakı, bir de Ferdi girdi kanıma...
Dinlemeseydim iyiydi...

son/BAHAR



Seni ilk gördüğümde bir başka öyküden henüz çıkmıştın.
O öykünün İsmi, “Oyun Arkadaşları”ydı yanlış hatırlamıyorsam.
Üzerinde ne vardı, hava nasıldı gibi gereksiz ayrıntılara girmek istemiyorum.
Yalnızdın.
Hem de “ben alışkınım” dediğin yalnızlıklara benzemeyen, alışkanlığının dışında bir yalnızlıktı bu. Yıllar sonra çok uzak bir kentten gönderdiğin, üzerinde o kentin barok tarzı yapılarını gösteren kartpostalın arkasına “şimdi yaşadığım yalnızlığın kendimin olmadığını anlıyorum” diye yazmıştın.
Gece karası saçlarından başka dikkat çeken bir özelliğin yoktu. 
Çok alımlı, çok dişi, çok albenili biri değildin. 
Yani hiçbir erkek senin yanından geçtikten sonra dönüp arkandan bakmazdı bence.
“Kadın yöneticilerle çalışmayı sevmiyorum” dediğim bir gün bana; “Benim için fark etmiyor. İddialı biri değilim ya, onun için rahatsız olmuyorlar benden” demiştin.
Önce ismini beğenmedin. “Bu isim bana yakışmadı, değiştiremez misin?”dedin ama bu öyküdeki kadına en uygun isim buydu : BAHAR
Aslında belki de haklıydın; ismin konusunda yani. 
Senin baharı anamsatan bir halin kesinlikle yoktu.
Daha çok, sonbaharı anımsatıyordun bana. 
Hüzünlüydün. 
Galiba hüznün sana yakıştığını söylemişti birileri.
Sen de yazıldığın bütün satırlar boyunca bu yalana inanmıştın.
Belki de hüznü sana ben yakıştırdım farkında olmadan. 
Öyküye öyle bir kadın gerekiyordu.
Benim de bu öykünün yazarı olarak bu kadarına hakkım olduğunu düşündüm.
Şimdi öykünü kendin anlatabilirsin.
Ancak bilmelisin ki, öykünün sonuna kadar yanından bir harf boyu bile ayrılmayacağım ve ara sıra kendimi sana hatırlatacağım.
Bahar, bir öykünün yazarı ile kahramanı arasında 
duygusal bir bağ oluşuyor ister istemez.
Öykü bittiğinde ve seni uğurladığımda hemen git olur mu?

 ***

İçerisi ne kadar sıcakmış meğer; dışarıya çıkınca fark ettim havanın ayazını. “Aslında hava soğuk değil, sen kansızsın da ondan üşüyorsun” derdi Nihat. Peki şimdi ne olacak? Yaşadığım bunca şeyi, her anı hissede hissede yaşadım başından beri. her şeyin farkında olarak yaşadım. Ayıktım. Ayşen bankada yanıma gelip, “Bahar, seninle konuşmalıyım” dediğinde de ardından “Dün geceyi Nihat’la geçirdim” diye konuşmasını sürdürdüğünde de ayıktım. Tüm duyguları hiç kaçmadan yaşadım. Hep sonuna kadar, duya duya…

***

“Seninle konuşmalıyım”
“Olur. Yüzün çok kötü. Önemli bir şey mi var? Ne oldu?”
“Önemli. Hem de çok. Bahar, biz dün geceyi Nihat’la birlikte geçirdik.”


Kahretsin! İşte yine aynısı oldu. Yine kilitlendim. Ağzımı açıp bin tane şey söyleyebilirim halbuki. Bu susmak beni delirtecek bir gün.

“Hiçbir şey söylemeyecek misin?”
“…”
“Kızdığını biliyorum ama oldu işte. Birbirimizden çok etkilendik. Benim yerimde sen olsaydın ne yapardın?”
“…”
“Bahar konuş allahaşkına! Susma böyle! Bişeyler söyle!”
“Ben de aynı şeyi yapardım Ayşen, eğer duymak istediğin buysa…”

***
Ayşen’e ‘aynı şeyi yapardım’ derken bile emin değildim, gerçekten onun yaptığını yapar mıydım? En yakın arkadaşımın birlikte olduğu, taptığı adamla tanışmak için can atıp, sonra da o adamla yatar mıydım tanıştığımın ilk gecesi?

***
Sonra ne kadar da çabuk ilerledi her şey. Bir film izler gibi uzaktan, hiç sokulmadan izledim “onları.” Onlar… Nihat evin şımarık oğlu. Bir yanında yeni sevgilisi; arkadaşım, sırdaşım Ayşen. Diğer yanında eski sevgilisi ben… O mutlu.

Her şey çok karışık. Sanki bu sac ayağının biri ben değilim. Sanki “onlar” benim yaşamıma hiç girmemişler de ben kendi yazdığım bir öyküde, kendi kendime kurgular çoğaltıyorum. Belki daha önce terk etmeliydim, illaki nikahı beklememeliydim görüşmemek için.

***
Elime açık sarı renkte, üzerine siyah yaldızlı zarfı uzatırken soruyor Ayşen; “geleceksin değil mi? Mutluluğumuzun tek şahidi sensin biliyorsun. Nihat da çok sevinir gelirsen.”
Kocaman, kalın bir defter önüne uzatıldığında adının altına imzasını atarken, gözucuyla beni arar davetlilerin arasında. Bulduğunda da gülümser ve “iyi ki geldin, çok sevindim seni gördüğüne” der bal gözleriyle. Der mi?

“Yol uzak biliyorsun. Bu şehirde evlenseydiniz belki… Üstelik bankadan izin almam mümkün değil. Yine de çalışırım gelemezsem ikinizi de şimdiden kutlarım.”

Aslında davetiyeyi elime tutuşturduğunda ne yapacağımı, gözlerimi nereye saklayacağımı planlamıştım önceden. Ama olmadı işte… Kutlarmışım! Neyi kutluyorum? Ne iyi ettiniz çocuklar! Ne iyi ettiniz de evlenmeye karar verdiniz! Mutluluklar dilerim!

“İstanbul’a gitmeden birkaç gün önce arkadaşlar arasında parti verelim dedik. Nikaha gelemesen bile, partiye gelirsin herhalde. Bankadan da birkaç kişiyi çağıracağım. Hem işyerindeki arkadaşlarla veda gibi olacak. Biliyorsun nikahtan sonra çalışmama izin vermiyor Nihat. Öyle kıskanç ki… İleriyi düşündükçe bazen korkuyorum”
Elimdeki dosyayı sımsıkı tutmuşum. Ona doğru uzatıyorum. “Görüşürüz Ayşen… Salih bey bu dosyayı istemişti de”
“Haa aklımdayken, bu akşam Nihat’la Alsancak’ta buluşacağız. Sen de gelir misin? Ona da sürpriz olur, ne zamandır görüşmüyorsunuz. Görüşmüyorsunuz değil mi?”
“Hayır Ayşen Nihat’la uzun zamandır görüşmüyoruz. Endişelenecek bir şey yok”
“Yok canım, neden endişeleneyim ki?”
“Akşam başka bir sözüm var. Yine de teşekkürler. Nihat’a selamlarımı ilet lütfen.”

***

Oysa hiç de söylediği gibi değildi. Endişeleniyordu besbelli. Onu hala sevdiğimi seziyordu. Onu iyi tanıyordum. Seziyordu fakat burnu yukarıda, omuzları dik, kendinden emin yürümeyi, saçını savura savura bankanın içinde gezinmeyi seviyordu. Her adımını “O beni seviyor” der gibi vuruyordu yere. Ya da bana öyle geliyordu. Ne zaman bir araya gelsek –ki bu genellikle öğle yemeklerinde olurdu- mükemmel aşklarından sözediyordu. Benim duygularımı, acılarımı görmezden geliyor, bir zamanlar Nihat’la benim birlikte olduğumu çoktan unutmuş görünüyordu.

***

“Nikaha gelemediğine çok üzüldüm. İzin alamadın sanırım değil mi?”
“Hayır. Sana söylemiştim izin alamayacağımı biliyorsun. Nerdesin?”
“İzmir’deyiz. Artık evimize döndük. Nihat’ın izini dün bitti. Kutlamak için evimize gelirsin herhalde. Hatta yemeğe gelmelisin.”
“Sesin iyi geliyor. Eee… ev kadını oldun ha?”
“Evet. Belki bir zaman sonra özlerim çalışmayı ama şimdi keyfim yerinde. Az sonra Nihat gelecek. Biliyor musun Bahar, evlilik gözümüzde büyüttüğümüz gibi değilmiş. Bugün 23. gün ve o hala benden boşanmak için bir avukata başvurmadı inanabiliyor musun?”

***

Bunu bana neden yaptı, hiçbir zaman anlamadım. Neden sürekli mükemmeli oynadı? Neden evine, yemeğe, kahve içmeye, partilerine beni de çağırdı durdu bıkıp usanmadan? Neden canımın acıdığını bile bile o yaranın kabuğunu kaldırdı?

***
Ben Nihat’ı “Rağmen” sevdim. Herşeye rağmen. Şımarıklıklarına, kaprislerine, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zannetmesine, bencilliğine rağmen sevdim. Benim sevgi tanımım böyleydi. Rağmen sevmekti. Bunu en iyi Nihat bildiği için belki de evlendiklerinden iki ay kadar sonra bir akşamüstü arayıp “bana bir bira ısmarlasana ortak” dedi.
Ortak! Ne zaman bulmuştuk bu sözcüğü? İlk kim kime söylemişti? Bana ‘Ortak’ diye hitap ettiğinde herşey yolunda demekti. Oysa şimdi yolunda giden bir şey yok ki…

***

“Bana bir bira ısmarlasana ortak”
“ Nihat!”
“Adımı unutmamışsın. Seni özledim”
“Ayşen nasıl?”
“İyi. Bir haftadır ailesinin yanında Ankara’da”
“Ayşen olmadan görüşmemiz doğru gelmiyor.”
“Hadi Bahar, bırak bunları. Seni özledim. Aynı saatte, aynı yerde. Anlaştık mı?”
“Hayır”
“Bahar, özledim seni. Sadece bir bira… Görüşürüz tamam mı canım.”

***

Ayşen’den intikam almak değildi niyetim. Onun yokluğunu fırsat bilip Nihat’la birlikte olmak da değildi. Çünkü Ayşen’i çok büyük bir tutkuyla sevdiğini çok iyi biliyordum. Zaten Nihat’ın da benimle birlikte olmak gibi bir düşüncesi yoktu. Yalnızdı ve sanırım sohbet edecek birisine ihtiyacı vardı. Böyle zamanlarda en iyi dert ortakları eski sevgililerdir nedense. Biz de ortak değil miydik?

***

“Eee biz ortak değil miydik?”
“Öyleydik elbette. Ayşen nasıl?”
“Mükemmel! Biraz asi, biraz başına buyruk… Onu bilirsin işte. Benim kıskançlıklarım onun dik başlılığıyla birleşince… Belki de bunu yaşamayı seviyoruzdur kimbilir? Sen nasılsın? Birisi var mı hayatında?”
“Bunu bana soracak en son kişi sensin Nihat. Bu seni ilgilendirmez.”
“Sana çok haksızlık ettik Bahar, ne desen haklısın.”
“…”
“Susuyorsun yine”
“Onu istedin. Sen seçimini yaptın ve onunla evlendin. Buraya kadar tamam. Anlayamadığım bundan sonrası. Beni neden aradığın yani.”
“Seni görmek istedim. Konuşmak istedim. Beni de onu da en iyi sen tanıyorsun. Bana yardım etmelisin. Bahar, onu çok kıskanıyorum. Herkesten, herşeyden. Eski sevgilisiyle hala görüştüğünü düşünüyorum. Hani şu bankadaki, biliyorsun işte. Bu düşünce beni deli ediyor. Ayşen saçmaladığımı söylüyor. Bu çok pis, acıtıcı bir duygu. Sence n’apmalıyım Bahar?”
“Sen çok bencil bir adamsın Nihat. Beni karşına almış, karını nasıl kıskandığını anlatıyorsun. Üstelik benden yardım istiyorsun. Ne diyebilirim ki sana, hastasın sen, hasta!”
“Haklısın. Bunları seninle konuşmamalıydım. Özür dilerim. Kalkmak istediğin zaman kalkabiliriz. Belki biraz yürümek istersin. Ya da evine bırakayım seni.”
“Tamam”

***

O geceyi onunla geçirdim. Ve ondan sonra bir çok geceyi... Ama Nihat’la yeniden “ortak” olmayı asla beceremedim.
Ayşen, Nihat’ın en büyük zayıflığıydı. Onu deli gibi seviyor; dahası ona hastalık derecesinde tutkundu. Ve tutku, hastalıklı bir duygudur. Bağımlılıklarına bağlı bir insandı Nihat ve Ayşen onun yaşamındaki en büyük bağımlılıktı. Bunları biliyordum elbette. “Rağmen” istiyordum onu. “Rağmen...”
“Bana bir bira ısmarlasana”yla başlayan bir akşamın sonu, ya onun bürosunda, ya da ikinci sınıf bir otel odasında sevişmeyle bitiyordu. O durmadan Ayşen’i anlatıyor ama benimle sevişiyordu. Çünkü karısı Nihat’la birlikte olmaktan, ona dokunmaktan keyif almadığını çok açık bir şekilde söylemişti. Bu, elbette önemli bir sorundu. Nihat bu aşağılanmaları duydukça zedeleniyor ve Ayşen bilinçli ya da bilinçsiz Nihat’ın ruhunu hasta ediyordu. Sonunda bana geliyordu Nihat. İyileştirip, güvenini de cebine koyup onu karısına geri gönderiyordum. Bense onunla her buluşmamızın sonrasında biraz daha kırık, biraz daha canı yanmış, biraz daha hasta olarak yalnızlığıma dönüyordum. Kendimi, yaralarını kimseye göstermeyen bir kedi yavrusu gibi hissediyordum. Sokak aralarından gece yarıları geçip, yüzümdeki tırnak izlerinin sabaha kadar geçeceğini umarak uykuya dalıyordum. Canım yanıyordu. Hem de çok. Ne onun karşısına çıkıp “Beni bırak” diye bağırabiliyor, ne de “onun kadını” olabiliyordum. Sahi ben onun hayatında neredeydim? Merkezinde Ayşen olduğuna göre, ben daha kenarlarda biryerlerde olmalıydım. Olsundu. Çünkü herşeye rağmen...

***

Bahar, bu sözcüğü ben bulmadım.
Üstelik sevmedim de...
Ben bu kitabın yazarı olarak, Rağmen  sözcüğünü bu öyküden çıkartıyorum.
Kurgu böyle değil biliyorsun. Ben o rolü Ayşen’e vermek istemiştim.
Ya Nihat? Onun bu hastalıklı karakteri tamamen senin fikrin Bahar.
Yanlış bir öykünün satır aralarında geziniyorsun.
İstersen şimdi çıkıp gidebilirsin ama sen inatla kalmayı seçiyorsun.

***

“Bahar, ben Ayşen. Seninle bu akşam iş çıkışında görüşebilir miyiz?
Lütfen hayır deme. Bu çok önemli!”
“Kötü bir şey mi oldu? Sesin pek iyi gelmiyor. Nihat nasıl? Hasta falan değil ya?”
“Nihat’ın sağlığı gayet iyi. Konuşmak istediğim şey de onunla ilgili ama sorun bedeninde değil sanırım ruhunda. Bahar, akşam görüşelim sana hepsini anlatacağım.”
“Tamam, nerede?”

Ayşen’le telefonda görüştüğümüzde bu kez öncekilerden farklı şeyler konuşacağımızı sezmiştim. Konu yine Nihat’tı mutlaka ama bu kez ne kadar mutlu olduklarından değil, aralarında çıkan problemlerden konuşacaktık sanırım.

Akşamüzeri buluştuğumuzda gözüme ilk çarpan şey kızıl saçları oldu. Evet, tahmin ettiğim gibi aralarında bir sorun vardı. Ayşen, Nihat’ın aşırı kıskançlıklarından bunalmıştı ve onu ruh hastası olarak görüyordu. Daha da önemlisi Nihat’ın hayatında başka bir kadının varlığından şüpheleniyordu. Eve geç saatlerde içkili geliyordu. Kimdi bu kadın? Benden yardım etmemi istiyor, bunu kesinleştirdiğinde de Nihat’tan boşanmayı düşünüyor, dahası beni şahit yazdırmak istiyordu. Hastalıklı bir birlikteliği sürdürmek istemiyordu Ayşen, çünkü karnındaki bebeği düşünmek zorundaydı. Evet, Ayşen birbuçuk aylık hamileydi.

***
Boşanırsak şahidim olur musun?

***

Bahar, bunlar benim senin için seçtiğim sözcükler değil.
Sen böyle yaşayarak benim yazdıklarımın dışına çıkıyorsun. 
Benim sana soluklanman için verdiğim üç-beş sayfanın içine sığamıyorsun.
Sonra canın acıdıkça dönüp yaralarını bana gösteriyorsun.
Bahar...
Bir yazar öyküsünün kahramanına kötülük yapar mı sence?

***

“Seni rahatsız ettiğimi biliyorum ama yarın benimle birlikte hastaneye gelebilir misin?”
“Ne oldu?”
“Bebeği aldırmaya karar verdim.”
“Karar mı verdin? Nihat’ın bundan haberi var mı?”
“Hayır. Olmasını da istemiyorum.”
“Peki ama neden? O bebeği istediğini düşünüyordum”
“Evet ben istiyorum ama...”
“Aması ne Ayşen? Nihat’la ilgili mi? O mu istemiyor bebeği?”
”Bunları sonra konuşabilir miyiz? Gelecek misin?”
“Tamam.”
“Peki, yarın ararım seni.”

***

Hastaneye giderken çok suskundu Ayşen. Bir gece önce Nihat’la tartışmışlar, Nihat’ın yine kıskançlık krizleri tutmuş ve o bebeğin kendisinin olmadığını ima etmişti. Bu tartışmanın sonunda Ayşen bebeği aldırmaya karar vermiş ve beni aramıştı.
Ayşen haklıydı. Nihat’ın kıskançlığı hastalık derecesindeydi. Çünkü benimle birlikteyken de sürekli Ayşen’i çok sevdiğinden, herkesten kıskandığından, onun eski sevgilisini aklından çıkaramadığından söz eder dururdu. Hem Ayşen’i çok seviyor, hem de onun yanındayken kendisine olan güvenini yitiriyordu. Ve bu güvensizlikle belki de, onu zapdetmeye çalışıyor ve dozunu kaçırıyordu. Ayşen çok uçarı, asi, son söyleyeceğini ilk söyleyen biriydi. Nihat’ın ona karşı zayıf olduğunu biliyor, cinsellik dahil bunu her fırsatta değerlendiriyordu. İkisi de bir yana, içimde biraz sonra yokolacak o bebeğe karşı garip bir şey hissediyordum. Belki onun için hastane odasında doktoru beklerken yeniden sordum ona; “Bebeği istemediğine emin misin? Yanlış bir şey yapıyorsun gibi geliyor bana.” Yanıtı gözünü kırpmadan verdi; “Sen olsaydın doğurur muydun?”

Ben olsaydım ne yapardım emin değilim. Nihat’a duyduğum tutku yüzünden her şeye razı olur, ondan bir parçayı yaşamımın sonuna kadar yanımda, yakınımda tutmak isterdim herhalde.

***

Ayşen, bebeğini aldırdıktan sonraki zamanını Nihat’ı suçlamakla geçirdi. Ondan iyice uzaklaşıp, onu zedelemek ve aşağılamak için her türlü hakareti yapmaktan çekinmedi. Gururu kırılan Nihat ise her seferinde yaralarını göstermek için bana koştu. Bense bazen abla, bazen anne, bazen kulağına romantik şeyler fısıldayan bir sevgili, bazen de yatakta mükemmel olduğun söyleyen bir orospu oldum. Onu yücelttim. Onu önemsedim. Ona şefkat gösterdim. Onu sevdim. Sonunda iyileştirdim ve geri gönderdim. İşte böylece ben de Nihat’ın bağımlılıkları arasına girdim. O bunun ne kadar farkındaydı bilmiyorum ama bildiğim bir şey vardı; o da onsuz olamayacağım. Onsuz hiçbir şey yapamıyordum. Koşulsuz bir sevgiydi bu. Benim olmayacağını biliyordum, dahası Ayşen’e duyduğu tutkuyu biliyordum. İkisi de hastalıklı bir birlikteliğin içinde iyileşemez durumda sürdürüyorlardı yaşamlarını.

Ben bekliyordum. Nihat’ın beni günlerce aramamasına alışmaya çalışıyordum. İzin günlerimde odamdan çıkmadan ondan telefon bekliyordum. Bazen üstüste üç gün günde beş kez arar, saatlerce konuşmak ister; bazen de iki ay aramadığı olurdu. Bilirdim; aramadığı zamanlarda Ayşen’le herşey yolunda giderdi çünkü... “Bana bir bira ısmarlasana” dediği zamanlarda ise ateşinin yeniden yükselmeye başladığı zamanlara karşılık gelirdi. Bunu bilirdim; yine de giderdim. Giderdim ve onunla sevişirdim. Giderdim ve Ayşene olan aşkını, kıskançlıklarını dinlerdim. Sesimi çıkarmadan, uysal bir kedi gibi dinlerdim. Onu evine gönderdikten sonra evime gider, odama çekilir ve yaralarımı yalaya yalaya iyileştirmeye çalışırken uyurdum. Düşlerimde hep elleri...

***

“Bu kadarı fazla ama” ile başlayan bir cümle kurmaya kalktığımda beni duyamayacak kadar yorgundun Bahar. Seni azarlamak, bağırıp çağırmak, öyküden uzaklaştırmak istemiyordum. Çünkü bu senin öykündü;  canın acısa da yaşayacaktın. Sen razıydın bu role ama ben değildim. Yine de sustum. Hani bir sözcük vardır senin dilinden düşmeyen; sonsuzca dersin hep... sonsuzca sustum.

“Aklını başına topla Bahar! Neden bu kadar hüznü tek başına yaşamak zorunda kalasın ki? Ne için? Kimin için? Bir başka boyutuna geç yaşamının ve daha mutlu öykülerin kahramanı ol!” demek istedim öykünün başından beri sana, ama diyemedim. Hoş, deseydim de beni dinleyecek miydin? Hayır!

***

“Birkaç güne kadar Ankara’ya gideceğiz. Ayşen’i bir müddet ailesinin yanına bırakacağım. Ayrı kalmak ikimize de iyi gelecek diye düşündük.”
“Bir müddet ne kadar?”
”Bilmiyorum. İkimizin de düşünmeye ihtiyacı var. İlişkimizi gözden geçirmemiz lazım. Artık kontrolümden çıkmaya başladı herşey...”
“Kontrolünü elinde tutamadığın ne var Nihat?”
”Herşey! İşin içinde Ayşen olunca herşey kontrolümün dışına çıkıyor Bahar. Konuşamaz olduk. Evliliğimizin ilk aylarında yatağa girince kendiliğinden çözülüyordu sanki herşey. Artık öyle değil. Benimle birlikte olmak istemiyor. Dahası aşağılamaları dayanılmaz oldu.”

***

Bedensel olmasa da ruhsal olarak çok kötü durumdaydı Nihat. Ve o ikisinin sonlarını kendilerinin hazırladıklarını izliyordum usul usul. Birkaç gün sonra Ankara’ya gittiler.  Üç dört gün kadar sonra Nihat’tan bir telefon geldi; yoldan arıyordu.

***

“Bu akşam İzmir’de olacağım ortak. Sana bir bira ısmarlayacağım, eğer istersen tabii...”
“İlk kez ‘ben ısmarlayacağım’ dedin, farkında mısın?”
“Peki, sen ısmarlamak için ısrar ediyorsan, sen ısmarla. Aynı saatte aynı yerde. Sana bir sürprizim var ama akşamı beklemelisin.”
“Sen geleceksen, ben beklerim biliyorsun.”

***

Nihat o gece gelmedi. Gece yarısına kadar bekledim ve evini aradım. Hiç kimse çıkmadı telefona. Bu, Nihat’ın daha önce de yaptığı bir şeydi. Arar, randevu verir ve gelmezdi. Sonra da uzunca bir müddet ortalarda görünmez; bir hafta, bir ay sonra ansızın çıkardı ortaya. Ve hiç açıklama yapmazdı. Zaten o bana hiçbir zaman, hiçbirşeyin açıklamasını yapmadı. Ben de ondan yaptığı ya da yapmadığı şeyler yüzünden bir açıklama beklemedim. Dedim ya ben Nihat’ı “rağmen” sevdim. Onun isteği ve izin verdiği kadar ona sokuldum, dahasını istemek onun özeline kirli ayaklarımla girmek gibi olurdu. Ya da ben öyle hissettim.

Sabaha karşı telefon sesiyle uyandım. Ayşen’di arayan. Sesi kötü geliyordu. Konuşamayacak kadar kötü. Yalnızca iki kelime söyledi ve kapattı telefonu. “Nihat... kaza... üzgünüm” gibi sözcükleri anlayabildim sadece. Aslında daha fazlasını öğrenmek de istemedim hiç.

Ayşen... Bildiğim kadarıyla o olaydan sonra bir daha İzmir’e hiç dönmedi. Bir gün gelip eşyalarını apar topar alıp Ankara’ya gitti. Bir iki kez telefonla görüştük. Son görüşmemizde bana ‘keşke söylemeseydi’ dedirten şeyler söyledi.
“Sana geliyordu biliyor musun?”
“Bu ne demek oluyor Ayşen? Ne demek sana geliyordu?”
“Birlikte Ankara’ya geldik. Ben kalacaktım, o ise İzmir’e dönecekti. İlişkimizi yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini söyleyip duruyordu uzun zamandır. Benim Ankara’da kalmamın ikimiz için de en doğrusu olduğu konusunda beni ikna etti. Ama daha buraya geldiğimiz ilk akşam tartıştık. Birbirimizi çok kırdık Bahar. Bu birlikteliğin bu şartlarda yürüyemeyeceğini, ayrılmamızın ikimiz için de en doğru olacağını söyledim ona. Anlamış, ikna olmuş gibiydi. Sonra bana bağırmaya başladı. Benimle evlenmekle yanlış yaptığını, onu hasta ettiğimi ve onu yalnız senin iyileştirdiğini, sık sık görüştüğünüzü söyledi. Söyledikleri doğruydu değil mi Bahar?”
“Evet”
“Artık bir önemi var mı bilmiyorum ama yine de söylemek istiyorum; biz Nihat’la hiç iki kişi yaşamadık biliyor musun? Sen hep vardın bir yerlerde... Hep vardın, onun için belki de ...”
“Bunları konuşmak istemiyorum Ayşen. Yanlış neydi, doğru kimdi, hangimiz dürüsttü en çok, kim en çok yalan söyledi, hangimiz daha çok sevdi onu... bütün bunları konuşmak istemiyorum. Ben...”

***

 Gitmek zorundasın Bahar.
Bu öyküden çıkınca herşey düzelecek inan bana.
Artık bitti.
Bir vapura binip başka bir öyküye gitmeye ne dersin?
Yeni bir öykü, yeni duygular demek; yeni düşler, yeni hayal kırıklıkları, yeni umutlar, yeni acılar ve yeni sevinçler  demek...
Gitmelisin...
Bu kez son,
bu
kez
son
Bahar...

 ***


 “Kadın, yeni bir öyküye giden köhne bir vapurun güvertesinde oturmuş, kumral saçlarına iliştirdiği tokayla oynuyordu. Henüz sonbaharı anımsatan bir ismi bile yoktu...”



Eylül
1999