10 Eylül 2012 Pazartesi

SEÇME HAKKI


“İnsanların ölümü seçme hakları vardır”
“O zaman niye buradasınız doktor? Dışarıda pijamalarıyla ilaç saatinin gelmesini bekleyen hasta kızınız olsaydı yine aynı şeyi söyleyebilir miydiniz?”

Doktor ayağa kalktı, elinde tuttuğu bir ilaç firmasının eşantiyonu olan fincana sıcak su doldururken sordu; “Çay ya da kahve alır mısınız" Başımı hayır anlamında salladım. Kendisine çay aldı ve masanın öbür tarafındaki yerine oturup yüzüme bakıp gülümsedi, yoo güldü.

“Buradan çıktığında tamamen iyileşmiş olacak mı?”
“Sanmıyorum. Buraya gelen hastaların yüzde doksanı kayıptır bizim için. Kalan yüzde on, eğer hasta gayret ederse iyileşebilir. Yıllardır burada yatan hastalar var.”
“Sizce ne zaman çıkabilir?”
“Kesin bir şey söylemek mümkün değil. Büyük bir olasılıkla yeniden deneyecek.”
“Burada yeniden denememesi için yatıyor değil mi doktor?”
“Onu sekizinci kata çıkartan sebep ne olabilir sizce?”
“Bunun yanıtını belki siz verebilirsiniz, babanızın hastalığı onu sarsmış olabilir; babanıza düşkün müydü?”
“Hayır, aksine çok fazla konuşmaz onunla, yalnızca mecbur kalırsa birkaç kelime o kadar. Aslında Güliz, çocukluğundan beri hiçbirimizle çok konuşmadı. İçe kapanıklık olarak mı isimlendirirsiniz bilemiyorum ama sanki konuşacak bir şeyi olmadığı için konuşmazdı o.”
“Ne zamandır bağımlı?”
“Bizim farkettiğimiz bir yıl önceden beri ama...”
“Anlıyorum, benimle irtibatınızı kesmeyin. Size ihtiyacım olacak.”

Tozlu tül perdelerden gözlerimi aldım ve çıktım odadan. Bir süre kapının eşiğinde yüzümü düzeltmeye çalıştım. Saçlarımı elimle şekillendirdim. Çantamın sapını daha sıkı kavradım ve yanıma yaklaşıp sigara, para, yiyecek isteyen hastaları gözmezden gelerek yürümeye başladım.

L şeklindeki koridoru dönüp bahçeye çıktım. Eski bir bankta oturuyordu. Elinde plastik bir su bardağı vardı. Saçlarını şekilsiz, gelişigüzel, kısacık kesmişlerdi. Onun bu hali bana çok tanıdık geldi. Altı yedi yaşlarındayken aynanın karşısına geçip saçlarını kesmişti. Annem kıyameti kopartmış; “Beslemelere benzemişsin! Nasıl düzelir şimdi bunlar? Oğlan çocukları gibi kestireyim dibinden iyice de gör” diye bağırmıştı. Şimdi de öyleydi işte, beslemeler gibi. Annem görseydi...

Üzerine büyük gelen pijamanın içinde daha da küçülmüştü. Beni görmedi ilkin. Tam karşısına geçip dikilsem de görecek gibi değildi sanki. Uykudan yeni kalkmış olmalıydı. Ses tonumu ayarladığımdan emin olunca ona doğru yaklaşıp seslendim. “Ufaklık... beni gördüğüne sevindiysen ıslık çal” Bu, çocukken birbirimize söylediğimiz birşeydi. Bir filmde duymuştuk, hoşumuza gitmişti, sonra da birbirimize söylemeye başlamıştık.

Başını hafifçe kaldırıp, kim olduğumu çıkartmak ister gibi gözlerini kıstı. Ne düşündüğümü anlamış gibi, “Merak etme tanıdım” dedi, “Senden başka hiç kimse bana ufaklık demez zaten”. Sözcükler çarpık, eğri büğrü, dağınık çıktılar ağzından. “Bu kez konuşamamam içkiden değil, ilaçlardan” dedi ve ayrı dağınıklıkla sürdürdü; “düşünmeyelim diye ilaç yüklüyorlar ve hiç durmadan uyutuyorlar bizi” Ellerini saçlarına götürürken; “Buraya gelir gelmez ilk iş saçlarımızı kesiyorlar. Kötü mü görünüyorum?” “Hayır” diye yalan söyledim. Kötü ne kelime, berbat görünüyordu. Burada olmasa, içki içtiğine yemin edebilirdim. Konuşmakta, gözlerini açmakta zorlanıyordu. Pijamasının cebinden çıkarttığı sigarayı yaktı, titreyen elini dizinin üzerine bıraktı. “Niye gelmedin?” diye sordum. Cevap vermedi. Duymadığı düşündüm yineledim; “Yıllardan beri yanıma çağırdım seni, niye gelmedin?” Herşey ne kadar farklı olurdu düşünsene.” “Eğer gelseydim, bu ona ödül olurdu. Oysa onun yanında kalmam yaşamının her anını azaba çevirdi.” Bana yanıt veriyormuş gibi değil, daha çok sayıklıyormuş gibiydi. Herşey bu kadar yeni yaşanmışken onu sorgulamanın zamanı şimdi değildi. “Seni çok özlemişim” dedim. “Niye geldin? Babamın hasta olduğunu duyduğun için mi, benim için mi?” “Tabi ki senin için geldim, bunu biliyorsun ufaklık” “Hayır! Bilmiyorum!” diye çıkıştı. Biraz ürktüm. Bahçede dolaşan hastalar bize doğru baktılar. Pijamasının içine elini sokup sürekli organını tutan genç bir hasta yanımıza doğru yaklaşıp sigara istedi. Güliz ona “defol git burdan! Manyak! Sapık” diye abartılı bir ses tonuyla bağırdı. Hasta sırıtarak uzaklaştı. “Eğer bir tanesine sigara verirsen, bütün deliler buraya üşüşür. Sigara içmeyen bir tek deli yok burada. Yüz tır birinci sigarası getirsen, onbeş dakikada biter.”

Kapana kısılmış hayvan gibi yaşıyordu buradakiler. İleride, açık mavi boyanmış bir bina gözüme çarptı. Demir parmaklıkla örtülmüş pencerelerinden insan elleri uzanıyordu ve sürekli çığlıklar geliyordu. Güliz gülümsedi ilk kez; “korma” dedi, “elektrik veriyorlar, burası tuhaf bir yer değil mi? Aslında çok sık düşünürdüm  delilikle akıllılık arasındaki çizgiyi... işte şimdi geçtim öte yana... geçtim değil mi?” Yüzüme bakıp çarçabuk yanıt bekledi. İşte dört yaşlarındaki çocuk yüzü.

 “Sen deli değilsin, sadece zor günler geçiriyorsun o kadar. Bu bir depresyon anlıyor musun? Çıkınca bütün yaşamın istediğin gibi olacak, bana inan, inanıyor musun?”
“Buradan çıkamayacağım. Sen de geri dön, anlıyor musun? Yıllar önce çekip gittiğin gibi git!”
“Güliz ne oldu”
“...”
“Doktor senin için endişeleniyor, yeniden deneyebilir dedi, ben senin artık böyle bir şey yapmayacağını biliyorum.”
“Yapamayacağımı demek istedin herhalde, görüyorsun ya denesem bile beceremiyorum.”
“Güliz, anlatmalısın, sana n’oldu bebeğim?”
Cevap vermedi. Ayağa kalktı. Çok yavaş hareketlerle bir sigara daha yaktı. Koğuşuna yürürken bir ara dönüp yüzüme baktı ve artık dağınık olmayan, çok net sözcüklerle; “Bana bebeğim deme” dedi, “Ben o sözcükten kurtulmak için kaç gece sarhoş uyudum biliyor musun?”
- - -
Bunca zaman sonra çocukluğumun geçtiği bu eve girmek içimi acıttı. Annemi yıllar önce kaybetmiştik. Babam geçen ay bir gece uyumak üzere yatağına yatmış, sabah Güliz onu, tüm vücuduna felç inmiş bir şekilde hareketsiz bulmuştu. Bir ay sonra da Güliz sekizinci kattan kendisini aşağıya sarkıtmış, elinin birini bırakmış, diğerini de bırakacağı sırada onu ikna etmek için uğraşan polislerden biri bileğine yapışıp onu çekmişti. İlginç olan, o gece ağzına bir damla içki sokmamış olmasıydı. Onu bırakıp yurt dışına gittiğim, -acaba kaçtığım mı demeliyim?- için kendimi suçladım yıllarca. Ona benimle birlikte yaşamasını önerdim defalarca. O ise her seferinde reddetti. Yanıtı her seferinde, “eğer gelirsem bu ona ödül olur” oldu. Ve bugün yine buna benzer şeyler söyledi. “Kime?” diye sormamın faydası yoktu.
/onu oradan çıkartmalı ve buradan uzaklara götürmeliyim/

- - -
İçeriye girdiğimde babam uyuyordu. Işığı yaktım, uyanmadı. Komidinin üzerine ilaçları, gözlüğü ve gümüşü kararmış iki fotoğraf çerçevesi duruyordu. Birinde Güliz’le benim fotoğrafım vardı. Camın tozunu sildim elimle. Güliz’e baktım. Hiç benzemiyorduk. O benden daha alımlıydı. Saçları daha dalgalı ve gürdü. Bu fotoğrafı hangi yılda çekildiğimizi anımsamıyorum ama benim üniversiteye başladığım yıl olmalıydı. Güliz olsa olsa oniki, onüç yaşlarında...Çerçeveyi aldığım yere koydum. Diğer fotoğraf babamla bir çocuğun fotoğrafıydı. Çocuk babamın kucağındaydı. Başı omuzlarının üzerinden oyulup, çıkartılmıştı. Bu ya Güliz’di ya da bendim. Çocuğun kıyafeti tanıdıktı ama kimin olduğundan yine de emin olamıyordum; çünkü benden kalan giysileri daha sonraları Güliz’in giydiğini biliyordum. Aklımda sorularla salona geçtim.

- - -

“Onunla iletişim kurabilmemiz çok zor. Tedavisi zaman alacak. Hala ölmekten sözediyor”
 “Güliz nasılsın?”
Saçlarım uzuyor, farkettin mi?”
“Evet hayatım farkettim. Hala benden güzelsin, bu saçlarınla bile...”
“Tarağın var mı?” Çantamdan tarak çıkartıp ona uzattım. Hemen saçlarına götürdü. “Sabahları okula gitmek için acele ederdik hatırlıyor musun? Annem  saçlarımı örer, yüzümden büyük beyaz kordelalar takardı uçlarına. Sen çıkartıp atardın, ben kızacak diye korkardım, çıkaramazdım. Hiç yakışmazdı aslında. Yakışmazdı değil mi?”
“Hayır, yakışmazdı.”
“Doktor onlarla konuşmadığını, sordukları sorulara yanıt vermediğini söyledi; iyileşmek, benimle gelmek istemiyor musun?” Hiçbir şey düşünemiyorum biliyor musun? Zaten doktorların da istediği bu aslında, düşündürtmemek... Düşünmemeliyiz. Zaten çok düşünmekten burada değil miyiz? Bizim şimdi ilaçları içip hiçbirşey düşünmeden bıkmadan usanmadan uyumamız lazım. Ben de öyle yapıyorum. Uslu çocuk oluyorum. İlaçlarımı içip uyuyorum ve düşünmüyorum.” “Babamın başucunda duran çerçevedeki çocuk kim Güliz? Sen misin, ben miyim?” Başını yerden kaldırmadan sigarasına uzandı. Yaktı, bir nefes çekip bıraktı. “Benim” dedi ve ekledi, “Bir daha beni ziyarete gelme tamam mı, şimdi git buradan.”

- - -

Bu kente döndüğüm günden beri çocukluğumun ayak izleriyle dolu bu evin bütün duvarlarıyla, taşlarıyla, köşeleriyle, odalarıyla özlem giderdim. Bir tek onun, Güliz’in odasına girmeye cesaret edemedim. Nedenini bilmiyorum, korktum galiba.

Babamın kapısını araladım. Gözleri açık öyle yatıyordu. Ona Güliz’in yakında çıkacağını söyledim. İyi olduğunu, tedavisinin devam ettiğini söyledim. İlaçlarını verip çıktım odasından.

Ben gidene kadar ikimizin paylaştığı odanın kapısını açtım. Güliz herşeyi değiştirmişti. Duvar kağıtlarından halılara, perdelerden yatak örtüsüne kadar hepsini kendi zevkine göre yapmıştı. Kitapları, müzik cd.leri, kasetleri, kalemleri, duvarda kendisinin yaptığı kara kalem tablolar. Sonra o çok sevdiği gümüş takıları, boş içki şişeleri, dolu içki şişeleri, bira kutuları... Yatağının üzerine bıraktım kendimi. Başım dönüyordu. Onu, o hastaneden çıkartacak ip ucu buralarda olmalıydı. Giysi dolabını açtım, dağınıktı, kapattım. Kitaplarını karıştırdım. Babam onun ve benim kendisi gibi avukat olmamızı çok istemişti. Ben güzel sanatlar okumakta direnmiştim ama Güliz babama “Hayır” diyememiş, tercihlerinde hep hukuk fakültesini yazmıştı. İlk tercihini kazanmasına rağmen ikinci yılın ilk yarısında alkol yüzünden devam edememişti.

Çekmecelerini yatağın üzerine boşalttım. Kağıtlar, notlar, arkadaşlarıyla çekilmiş birkaç fotoğraf ve bordo renkli bir defter çıktı. Defteri açtım. Güzel el yazısıyla şunları yazmıştı:

“Ona aşık oldum ama onunla birlikte olabilmem imkansız. Yarın görüşmek istemediğimi söyleyeceğim.”

Başka bir tarih, başka bir not: “Bedenim kime ait?”

Sayfaları çevirdikçe ilerleyen bir tarih ve bozulan el yazısının altında kısa kısa notlar:

“İçmeden sevişebilmem, onu içime alabilmem mümkün değil, bunu ona nasıl anlatmalı?”
“İçkiyi yine çok kaçırdım. Midem bulanıyor. Ne olacak bunun sonu? Bu lanet olası içkiden kurtulmalıyım. Ayıkken de bedenimi sevmeyi öğrenmeliyim. Bunun cezasını niye ben çekiyorum. Lanet olsun!”
“Buradan çekip gitmek ona ödül olur, bunu haketmedi. Her an yanında olmalıyım; yanında ve sarhoş. Onu bir gün vicdanı öldürecek, felç değil. Bana yaptığını ödeyecek. Ama şimdi içmeli en iyisi...”

Defterin kalan kısmında başka bir şey yoktu. Bomboştu. “Vicdanı öldürecek, felç değil derken babamdan sözediyordu. Babam Güliz’e ne yapmış olabilirdi ki? Defteri yatağın üzerine atıp aceleyle diğer çekmeceleri karıştırmaya başladım. Kilitlenmiş bir çekmece vardı, anahtarları üzerinde değildi. Mutfağa koşup bıçak aldım ve kilidi zorladım. Açıldı hemen. Yalnızca bir zarf vardı çekmecede. Zarfı açıp yazılanları okumaya başladım.

“Aylin,
Bu zarfı bir gün bulacağını biliyordum. Artık yaşamak istemediğime karar verdim bugün.Yoo.. sarhoş değilim. Uzun zamandan beri ilk kez bu akşam içki içmedim. ‘Alkolden ne yaptığını bilmiyordu, sarhoştu onun için intihara kalkıştı’ demesinler diye içmedim. Aklım başımda yani. Uzun süredir ayrı kalsak da sözcüklerimi anlayabilirsin sen. İmgelerime yabancı değilsin. Ne de olsa kardeşiz değil mi? Seni çok özledim biliyor musun? Telefon konuşmaları, mektuplar, ara sıra görüşmeler hiçbiri yetmiyor bu özlemi gidermeye. Yanımda olmalıydın aslında, hep yanımda olmalıydın. Artık seninle içimde yıllardır tuttuğum sırrı paylaşmak istiyorum. Bu mektubu bulduğunda yaşıyor olmayacağıma göre bilmende bir sakınca yok.

Yıllar önce, sen annemle alışverişe gittiğin bir gündü. Ben dokuz yaşındaydım. Okuldan gelmiştim. Babama sizi sordum, “alışverişe gittiler” dedi. Salonda gazete okuyordu. Odaya girdim. Önlüğümü çıkartıyordum ki babam içeriye girdi. “Bana öpücük yok mu?”dedi, ben de yanağımı uzattım. Ama o benim yüzümü sıkıca tuttu ve dudaklarıma yapıştı. İtmeye çalıştım ama sadece dokuz yaşındaydım Aylin. Üzerime çıktı. Sürtünmeye başladı. Bedeni ağırdı. Bağırmadım. Bağıramadım. Hiç ses çıkartmadım. O ise sürekli aynı şeyi söylüyordu; “Bebeğim korkma. Baban sana kötü bir şey yapmaz” Sonra beni bıraktı. Kimseye bundan söz etmedim. Yıllar geçip genç kız olduğumda da hiçbir erkek arkadaşımın bana yaklaşmasına izin vermedim, ta ki sarhoş olana kadar. Bir erkekle birlikte olabilmek için yıllarca, sarhoş olduğum zaman kadar bekledim. Beni anlıyor musun? Beni anladığını bilmeyi çok isterdim. Bunu seninle paylaşamazdım. Sen bana “gel” dediğinde bunu yapmadım, çünkü gözlerimin içine her baktığında kendi iğrençliğini görmesini istedim. Bana bir daha hiç yaklaşmadı ama ben bunu bir saniye bile unutmadım. O duygudan beni kurtaran tek şey içki. Oysa şimdi hangisinin diğerinden daha kötü olduğunu düşünüyorum. İçki mi, yıllardır bedenimde taşıdığım o ağırlık mı?
Artık vazgeçtim. Herşeyden vazgeçtim. Çok yorgunum. Gittiğim yerde dinleneceğimden kuşkum yok, senin de olmasın... Güliz”

İntihara teşebbüs ettiği günün tarihi vardı isminin altında. Kalbimin gürültüsü kulaklarıma geliyordu. Başımın içinde bir uğultu başladı ve ensemde bir yanma oluştu. Ellerimi, dizlerimi, dişlerimi tutamıyordum. Bütün bedenim titriyordu. Öğürerek banyoya koştum. Klozetin içine eğilip kusmaya başladım. Dakikalarca kustum, kustum, kustum... Sonra diz çöktüğüm yerden kalkıp aynada yüzüme baktım. Güliz’in yüzünü gördüm yüzümde. “Aslında ne kadar benziyormuşuz” diye geçirdim içimden. Yüzümü kuruladım. Güliz’in odasına gittim yeniden. Yatağının üzerindeki eşyaları toplayıp hepsini yerlerine yerleştirdim. Ne kadar içki şişesi varsa hepsini çöpe attım. Sonra kapısını kapatıp çıktım.

Babamın odasından gece lambasının ışığı koridora vuruyordu. Işığını yakınca gözlerini araladı, yüzüme baktı. Yanına oturdum. Başının altındaki yastığı usulca çektim ve yüzünün üzerine bütün kuvvetimle bastırdım. Hiç kımıldamadı, kımıldayamadı. Öldüğünden emin olunca yine başının altına koydum yastığı, üzerini örttüm. Gece lambasının fişini çektim. Mayıs esintisini saçlarımda duymak için balkona çıktım.

Doktorun haklı olduğundan emindim şimdi; insanların ölümü seçme hakları vardı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder