23 Eylül 2012 Pazar

Hesaplar benden...



İstanbul…
Gece…
Saat sabaha yakın değilse de, hayat bilgisi kitaplarındaki gibi ailecek televizyon karşısında mutluluk fotoğrafları verilecek kadar da erken değil…

Devrik cümleler gibi gezen, hayatları devrik adamların yüksek sesle küfürler ederek geçip gecenin içinde kayboldukları bir sokak. O sokaktan birkaç  fotoğraf karesi…

Sağdaki  köşe başında, uzaktan bakınca kadın mı erkek mi olduğu anlaşılmayan bunun çok da önemi yok zaten,  parlak elbiseli iki orospu müşteri bekliyor. Akmış rimelleri ve bozulmuş yan fermuarları kimin umurunda, iki saat sonunda alacağı üç kuruş paranın hesabında ikisi de kocaman gülüyorlar.., Sola dönen yolun başında, kemiklerini ince bir zar gibi sarmış bedeniyle bir köpek yatıyor. Öl desen, sokakta öğrendiklerini tümüyle unutup, belki de hayatında ilk kez birine itaat edip  gözlerini yumacak, o kadar yorgun.

Sokağın sonunda, tek tekçilerin iyi bildiği bir meyhane.
İçeride, eski plakta Müzeyyen’in sesi. Meyhanede ahşap, ayağının biri aksayan bir masa. Masada gözleri dumanlı, az gülüşlü, çok sakallı, çok rakılı, çok sarımsaklı, çok Müzeyyen'li, çok darbeli birkaç adam. Ortak noktaları, ölüm. Başka da hiç bir payda buluşturmuyor onları. Hiç bir iç acının toplamı değil sohbetleri.

Biri diyor ki,
"Aşkım da değişebilir gerçeklerim de/Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı/Yan gelmişim diz boyu sulara/Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum..."

Diğeri rakı kadehini masaya vurup içmeden konuşuyor,
‘Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli/Daha hiç çağrılmadım/Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç/Yakup!/Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım’

‘Saat onikiden sonra,/Bütün içkiler şaraptır’ diyor biri sessizce, ceketini alıp çıkıyor dışarı.  Şarap kadehinin içinde kırmızı bir yalnızlık daha da sessizleşiyor. Garson kadehi almaya geldiğinde ‘kalsın’ diyor masadakiler. Kadeh kalıyor.

Dördüncüye bakıyorlar. En sessiz olanına. Yüzünde is lekesi gelecek günlerin habercisi gibi. Ama onlar bunu bilmiyorlar henüz. 
‘Çok sustun bu gece, bir dize de sen patlat birader!’ diyor içlerinden en gür sesli olanı.
Gözlüklerinin üzerinden bakıyor dördüncü.
‘Çıkarıp yavaşça yüreğimi göğsümden,/sildi bir lambanın isli şişesi gibi/yumuşak tülbentini geçirerek içinden…’

Derin sessizliği Müzeyyen bozuyor,
‘Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime…’

Gitmeli, diyor biri..
Gitmeli, diyor öteki,
Gidelim, diyor diğer ikisi.

Hesap!, diyor biri…
Hesabınız ödendi, diyor garson.


İstanbul.
Dört adam,
Sağdaki köşe başındaki parlak mini elbiseli iki kişi artık yok. Belli ki ‘iş’e gitmişler.
Köpek de yok…
Sadece ‘Taksi lazım mıydı abiler?’ diyen kirli sakallı cabbar bir delikanlı.

‘Hesabı hanginiz ödediyseniz eyvallah birader, hadi iyi olsun geceniz…’ diyen kareli ceketli bir sigara yakıp uzaklaşıyor, ilerideki kepenkli dükkanın yanından dönüyor, gözden kayboluyor…

Diğerlerinin adımları da birkaç mahalle sonra bitiyor zaten.

----------------

Hesabı ben ödedim.
Dört adam bir şekilde hayatıma girip, içimin bir yerlerinde yer ettilerse o kadarını da yapmak boynumun borcuydu. Aynı gece, aynı şehirde, aynı meyhanede, aynı masaya oturup aynı anda aynı şarkıyı dinleyemedim belki ama her Müzeyyen dinlediğimde onları andım.

O kadar güzel adamlar gelir mi o şehire, ya da bu şehire bir akşamüzeri o kadar güzel adamlar uğrar mı bilinmez…

Ama ne şiirler tükenir ne şarkılar…
Okudukça yaşarlar bir rakı sofrasında diye
Bir bardak rakı doldurdum kendime şimdi,
Radyoda da Müzeyyen, ‘Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime…’
Çok yaşşaa be Müzeyyen abla…

Eyvallah Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Metin Altıok… 

Toprağınız şiir koksun...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder