Gece…
Saat sabaha yakın değilse de, hayat bilgisi kitaplarındaki
gibi ailecek televizyon karşısında mutluluk fotoğrafları verilecek kadar da
erken değil…
Devrik cümleler gibi gezen, hayatları devrik adamların
yüksek sesle küfürler ederek geçip gecenin içinde kayboldukları bir sokak. O
sokaktan birkaç fotoğraf karesi…
Sağdaki köşe başında,
uzaktan bakınca kadın mı erkek mi olduğu anlaşılmayan bunun çok da önemi yok
zaten, parlak elbiseli iki orospu müşteri bekliyor. Akmış
rimelleri ve bozulmuş yan fermuarları kimin umurunda, iki saat sonunda alacağı
üç kuruş paranın hesabında ikisi de kocaman gülüyorlar.., Sola dönen yolun
başında, kemiklerini ince bir zar gibi sarmış bedeniyle bir köpek yatıyor. Öl
desen, sokakta öğrendiklerini tümüyle unutup, belki de hayatında ilk kez birine
itaat edip gözlerini yumacak, o kadar
yorgun.
Sokağın sonunda, tek tekçilerin iyi bildiği bir meyhane.
İçeride, eski plakta Müzeyyen’in sesi. Meyhanede ahşap,
ayağının biri aksayan bir masa. Masada gözleri dumanlı, az gülüşlü, çok sakallı, çok rakılı, çok
sarımsaklı, çok Müzeyyen'li, çok darbeli birkaç adam. Ortak noktaları, ölüm.
Başka da hiç bir payda buluşturmuyor onları. Hiç bir iç acının toplamı değil
sohbetleri.
Biri diyor ki,
"Aşkım da değişebilir gerçeklerim de/Pırıl pırıl
dalgalı bir denize karşı/Yan gelmişim diz boyu sulara/Hepinize iyi niyetle
gülümsüyorum..."
Diğeri rakı kadehini masaya vurup içmeden konuşuyor,
‘Ben,
yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli/Daha hiç çağrılmadım/Biri olsun
"Yakup!" diye seslenmedi hiç/Yakup!/Diye seslenmedi ki, dönüp arkama
bakayım’
‘Saat onikiden sonra,/Bütün içkiler şaraptır’ diyor biri
sessizce, ceketini alıp çıkıyor dışarı. Şarap
kadehinin içinde kırmızı bir yalnızlık daha da sessizleşiyor. Garson kadehi
almaya geldiğinde ‘kalsın’ diyor masadakiler. Kadeh kalıyor.
Dördüncüye bakıyorlar. En sessiz olanına. Yüzünde is lekesi
gelecek günlerin habercisi gibi. Ama onlar bunu bilmiyorlar henüz.
‘Çok sustun bu gece, bir dize de sen patlat birader!’ diyor
içlerinden en gür sesli olanı.
Gözlüklerinin üzerinden bakıyor dördüncü.
‘Çıkarıp yavaşça yüreğimi göğsümden,/sildi bir lambanın isli
şişesi gibi/yumuşak tülbentini geçirerek içinden…’
Derin sessizliği Müzeyyen bozuyor,
‘Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime…’
Gitmeli, diyor biri..
Gitmeli, diyor öteki,
Gidelim, diyor diğer ikisi.
Hesap!, diyor biri…
Hesabınız ödendi, diyor garson.
İstanbul.
Dört adam,
Sağdaki köşe başındaki parlak mini elbiseli iki kişi artık
yok. Belli ki ‘iş’e gitmişler.
Köpek de yok…
Sadece ‘Taksi lazım mıydı abiler?’ diyen kirli sakallı cabbar
bir delikanlı.
‘Hesabı hanginiz ödediyseniz eyvallah birader, hadi iyi
olsun geceniz…’ diyen kareli ceketli bir sigara yakıp uzaklaşıyor, ilerideki
kepenkli dükkanın yanından dönüyor, gözden kayboluyor…
Diğerlerinin adımları da birkaç mahalle sonra bitiyor zaten.
----------------
Hesabı ben ödedim.
Dört adam bir şekilde hayatıma girip, içimin bir yerlerinde
yer ettilerse o kadarını da yapmak boynumun borcuydu. Aynı gece, aynı şehirde,
aynı meyhanede, aynı masaya oturup aynı anda aynı şarkıyı dinleyemedim belki
ama her Müzeyyen dinlediğimde onları andım.
O kadar güzel adamlar gelir mi o şehire, ya da bu şehire bir
akşamüzeri o kadar güzel adamlar uğrar mı bilinmez…
Ama ne şiirler tükenir ne şarkılar…
Okudukça yaşarlar bir rakı sofrasında diye
Bir bardak rakı doldurdum kendime şimdi,
Radyoda da Müzeyyen, ‘Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben
halime…’
Çok yaşşaa be Müzeyyen abla…
Eyvallah Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Metin
Altıok…
Toprağınız şiir koksun...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder