13 Ekim 2012 Cumartesi

Hediyem olsun

Akşamın erken saati, vapurun bol yağmur alan güvertesinde okumuştu bana o şiiri.
Yüzü çocuktu, kalbi adam.

Ben, o yıllarda her insanın bir öyküsü olduğuna değil, her insanın bir şiiri olduğuna inanıyordum.
 “Bana bir sayı söyle!” derdi. Söylerdim.
 Esmer parmaklarını kitap ayracı yapar sorardı, “Sağ mı, sol mu?” söylerdim.
Boynumdaki atkıyı hızla çıkarıp kendi boynuna dolar, sanki başında kasketi varmış da yan çeviriyormuş gibi yapar, şiir öncesi kulis hazırlıklarına başlardı. Sahne aldığında ise elindeki kitabı telaşla aralar, söylediğim sayfaya bakarak, genelde ezberinden çıkan şiiri yüzünü yüzüme ilikleyerek okurdu.

 “Elimden tut yoksa düşeceğim/ yoksa bir bir yıldızlar düşecek/ eğer şairsem beni tanırsan/ yağmurdan korktuğumu bilirsen/ gözlerim aklına gelirse/ elimden tut yoksa düşeceğim yağmur beni götürecek yoksa beni”  

Her şiiri bitirdiğinde gülerdim. Kızardı, “Ne gülüyorsun kızım ya? Şiir okuyoruz burada” diye söylenirdi. Yüzünü iliklediği yerden çözüp denize döndürürdü. “Gideceğim bir gün bu kentten... Ben giderken, sen de gel benimle..”

Gidemeyeceğimi bilir, yine de gitmekten ne zaman söz açılsa inatla çağırırdı.
 Ben gidemedim. Yağmurların dindiği bir mevsimdi, o gitti... İki ay sonra bir kart gönderdi gittiği kentten. “Atkın bende kaldı ama iyi de oldu. Çok soğuk oluyormuş burada kışlar” diye yazıyordu kartın arkasında kırık dökük bir el yazısıyla.
 Yıllarca sustu sonra.
 Olsun. Vapur güvertelerinin ıslandığı akşamlar, gülümseyerek hatırladığım birkaç şiir bıraktı bana...

***

 Telefonum çaldı, açtım. Yıllar sonra onun sesi ilişti kulağıma şaka gibi...
“Bana bir sayı söyle!” Söyledim (Söyledim mi?)
“Sağ mı, sol mu?” Söyledim (Söyledim mi?)
Okumaya başladı.

 “Ben sana mecburum bilemezsin 
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum 
Büyüdükçe büyüyor gözlerin 
Ben sana mecburum bilemezsin 
İçimi seninle ısıtıyorum. 

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor 
Bu şehir o eski İstanbul mudur 
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor 
Sokak lambaları birden yanıyor 
Kaldırımlarda yağmur kokusu 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur 
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur 
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan 
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu 
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından 
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman 
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu 

Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor 
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor 
Durup köşe başında deliksiz dinlesem 
Sana kullanılmamış bir gök getirsem 
Haftalar ellerimde ufalanıyor 
Ne yapsam  ne tutsam nereye gitsem 
Ben sana mecburum sen yoksun. 

Belki haziran  da mavi benekli çocuksun 
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor 
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden 
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun 
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor 
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin 
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor 

Ne vakit bir yaşamak düşünsem 
Bu kurtlar sofrasında belki zor 
Ayıpsız   fakat ellerimizi kirletmeden 
Ne vakit bir yaşamak düşünsem 
Sus deyip adınla başlıyorum 
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin 
Hayır başka türlü olmayacak 
Ben sana mecburum bilemezsin. 

 “Attila İlhan ölmüş demek için mi aradın?” dedim.
“Hayır” dedi. “Doğum gününü kutlamak için aradım”

 Yüzü adamdı sanki, kalbi çocuk... Nefesi hala şiir kokuyordu.