Yüzü çocuktu, kalbi adam.
Ben, o yıllarda her insanın bir öyküsü olduğuna değil, her insanın bir şiiri olduğuna inanıyordum.
“Bana bir sayı söyle!” derdi. Söylerdim.
Esmer parmaklarını kitap ayracı yapar sorardı, “Sağ mı, sol mu?” söylerdim.
Boynumdaki atkıyı hızla çıkarıp kendi boynuna dolar, sanki başında kasketi varmış da yan çeviriyormuş gibi yapar, şiir öncesi kulis hazırlıklarına başlardı. Sahne aldığında ise elindeki kitabı telaşla aralar, söylediğim sayfaya bakarak, genelde ezberinden çıkan şiiri yüzünü yüzüme ilikleyerek okurdu.
“Elimden tut yoksa düşeceğim/ yoksa bir bir yıldızlar düşecek/ eğer şairsem beni tanırsan/ yağmurdan korktuğumu bilirsen/ gözlerim aklına gelirse/ elimden tut yoksa düşeceğim yağmur beni götürecek yoksa beni”
Her şiiri bitirdiğinde gülerdim. Kızardı, “Ne gülüyorsun kızım ya? Şiir okuyoruz burada” diye söylenirdi. Yüzünü iliklediği yerden çözüp denize döndürürdü. “Gideceğim bir gün bu kentten... Ben giderken, sen de gel benimle..”
Gidemeyeceğimi bilir, yine de gitmekten ne zaman söz açılsa inatla çağırırdı.
Ben gidemedim. Yağmurların dindiği bir mevsimdi, o gitti... İki ay sonra bir kart gönderdi gittiği kentten. “Atkın bende kaldı ama iyi de oldu. Çok soğuk oluyormuş burada kışlar” diye yazıyordu kartın arkasında kırık dökük bir el yazısıyla.
Yıllarca sustu sonra.
Olsun. Vapur güvertelerinin ıslandığı akşamlar, gülümseyerek hatırladığım birkaç şiir bıraktı bana...
***
Telefonum çaldı, açtım. Yıllar sonra onun sesi ilişti kulağıma şaka gibi...
“Bana bir sayı söyle!” Söyledim (Söyledim mi?)
“Sağ mı, sol mu?” Söyledim (Söyledim mi?)
Okumaya başladı.
“Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.
Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
Fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.
Belki haziran da mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.
“Attila İlhan ölmüş demek için mi aradın?” dedim.“Hayır” dedi. “Doğum gününü kutlamak için aradım”
Yüzü adamdı sanki, kalbi çocuk... Nefesi hala şiir kokuyordu.