Mekânlara ve o mekânların içlerinde, aslında duygusal bir bağ kurulamaz gibi duran sıradan eşyalara sıkı sıkı bağlanan insanlar tanırım. Babam gibi.
Saat başı vurup duran gonklu duvar saatine, reçel kavanozuna, resim çerçevesine, lambalı radyosuna, Romen rakamlı kayışı eskimiş kol saatine, formika büfesine, üçüncü kez altını yapıştırıp yapıştırıp ayağında sürüdüğü kadife terliklerine bağlanmışlığı vardır babamın. Ama önce illâ ki Urla İskele'deki yazlık evine. Kareli pantolonlu, Tokyo terlikli, karpuz kollu-daire kloş elbiseli zamanlarımda satın alınan bir yazlığımız vardı Urla İskele'de. Ben o yaşlarımda İskele'yi; balıkçıların ve teknelerin başından ayrılmayan, ağların üzerinde gerinen kedilerin yaşadığı bir yer olarak biliyordum. Ne Gelinkaya efsanesiyle, ne Yorgo Seferis'le, ne Necati Cumalı'yla, ne de bağbozumu şenlikleriyle yakından uzaktan ilgim yoktu. Şimdi o günleri hatırladığımda aklımda siyah beyaz bir kaç kare var sadece. Sokakta gece yarılarına kadar bağrış çağrış oynadığımız oyunlar, dizlerimdeki öpülünce geçen yara izleri, ayakkabılarımda ve paçalarımdaki bisiklet yağı, yaz akşamları bahçelerden gelen rakı-balık kokuları, illâ ki türkü mezeli sohbetler. Ve hepsinden önemlisi evimizin yakınlarındaki Tanju Okan'ın yaşadığı ev. O evin orada olması, televizyonlarda boy gösteren biriyle selâmlaşıyor olması babamı çok gururlandırırdı sanırım. Çünkü yıllar sonra Tanju Okan'ın o muhteşem sesi susup, "anılar saçılınca odaya her yere", babam bahçeye kurduğu çilingir sofrasıyla uğurladı onu, bütün şarkılarını baştan defalarca dinleyerek. Sonraki yaşlarda paçalarımıza ve ayakkabılarımıza bulaşan bisiklet yağı lekeleri bitti elbette. Dizimdeki yaralar geçti, belli belirsiz izleri kaldı. Zaman başka sızılara yol verdi. Oyunlar, oyuncaklar değişti. Çocuklar büyüdüler... Balıkçıların uğrak yeri olan kahvenin tahta sandalyelerinin yerini plastikler aldı. İskele Camii'nin altındaki çeşmede su sıraları bitti. Küçük balıkçı barınakları yerini balık restoranlarına bıraktı. Türkü sesleri günden güne azaldı, azaldı. Babamın yıllarını geçirdiği, kendini kapattığı, haftanın yedi günü hiç yorulmadan usanmadan misafir ağırladığı, bahçesinde domates, biber yetiştirdiği o begonvilli ev artık yok. Babam kentin gürültüsüne ayak uydurmaya çalışıyor elinden geldiğince. Arada bir yolumuz o tarafa düştüğünde eliyle uzaktan bir evi işaret edip daha önce sanki hiç söylememiş gibi heyecanla, "bu ev Tanju Okan'ın eviydi, bakın" diyor. Biz de daha önce yüzlerce kez duymamışız gibi yapıp, "sahi mi, hangisi?" diye gülüşüyoruz babama hissettirmeden. İki gün önce gazetede bir ilan dikkatimi çekti. İlan aynen şöyleydi: "TANJU OKAN'IN URLA'DA DENİZE SIFIR EVİ 85.000.-TL SATILIK" Hâlâ babama söylemedim. Mekânlar ve eşyalar o yaştakiler için çok şeydir çünkü. Gazeteyi katlayıp bir kenara koydum ama dizimdeki öpülse de geçmeyecek yara izi kaşındı inceden inceden.
|
12 Ağustos 2012 Pazar
Tanju Okan'ın evi
8 Ağustos 2012 Çarşamba
Dinlemeseydim iyiydi
Sayısı çok değil ama daha önce de böyle köşe bucak insanlardan kaçıp, bir kitabın içine saklanmışlığım var benim. Bunu yapabiliyorum; bir yazarın kitabının satır aralarına girip yemeden içmeden günlerce -kitap bitene kadar- orada saklanabiliyorum.
Daha yeni karşılaştım Mahir Ünsal Eriş'in "Bangır bangır Ferdi çalıyor evde" adlı ilk kitabıyla...
Kapak güzel. Benim de ilk kitabımın kapağı siyah-beyaz bir fotoğraf karesiydi... Bu beni kitaba çekmiş olabilir... Emin değilim. Ya da ismini okuduğumda "İşte bu bizim ev!" tanıdıklığıydı kitabı aldırtan. Bizim evde de Ferdi'nin sesi köşedeki bakkal Hamdi Amca'dan duyulurdu çünkü...
"Dünya mı karanlık
Yoksa ben mi görmüyorum
Yaşamak azap oldu
Sürünüyor Ölmüyorum
Akşam güneşi aşıyor
Yine dertlerim başlıyor
Ufuktaki kızıl gurup
Yüreğimi ateşliyor
Dertli çalma garip sazım
Bugün yaralarım azgın
Yıllar yılı gam çekerim
Yorgun gönlüm bitik ezgin
Akşam güneşi aşıyor
Yine dertlerim başlıyor
Ufuktaki kızıl gurup
Yüreğimi ateşliyor."
Ferdi'li günler demek, 80 öncesi 'çocuk, genç' olmak demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, ezan saatinden önce -bu baba gelmeden önce demek oluyordu biraz da- evde olmak demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, kapı önlerine kilim serip, en sevdiğin, (aslında en kıskandığın, mahallenin en güzel ve zengin kızına) -masusçuktan- gazoz kapağında kek ikram etmek demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, siyah-beyaz televizyon'dan, koca gözlü radyo'dan terfi edip şarkılı arabesk filmlerde salya sümük ağlamak demek çünkü.
Ferdi'li günler demek, yalandan bilgisayar oyunları değil, sokak oyunları ve yalandan kan revan değil dizlerimizde gerçek kan demek çünkü.
İçindeki öyküler saklandığım yerde içimin bir yerlerinden yakaladı beni.
Arkadaşı ölen çocuğun yanına çöküp, ezan saatine kadar zamanın geçmesini bekledim...
Gülderen için tuttum yakasından Mithat Bey'e sövdüm...
Biten bir aşkın ardından, aşıkları hastane odasında bırakıp, gittim Zeytin Adası'na karşı Engin'de çay içtim.
Hayatla erken yaşta 'yanlışlıkla' çarpışmış ve 8'de 8 suçlu bulunmuş bir 'konsomatris'in cenaze törenine gittim, bir iki sardunya diktim... Kıvırcık saçlı kız çocuklarını sevdim ama en çok Şefika'nın başını okşadım. "Kadınlar hep olmadık zamanlarda gider" diyen Mahir Ünsal Eriş'e söylendim içimden, erken giden 'adam'ları hatırlayıp... Ve adliyeye giderken bir vapurun içinde iki yabancı insan gibi öylece hareketsiz oturup, tepemizdeki martıları tanık yazıp, döner kapıdan içeri girip, 3 dakika içinde boşandığımı anımsayıp kaldım öyle saklandığım yerde.
Korkmadım. Karanlıktan korkmam ben.
Bangır bangır Ferdi çalınan evlerde büyüyen genç kızlar ve delikanlılar karanlıktan korkmazlar çünkü... Ya da bana öyle gelir.
Mahir Ünsal Eriş'in kitabı elimizden tutup bizi 'iskandinav koltuklu zamanlar'a götürüyor.
İçimizde çoktan kapandı sandığımız, 'Acımadı ki! Acımadı ki! Acımadı ki!" diyerek anılara dil çıkarttığımız o zamanlara götürüyor.
Gülümsetiyor, özletiyor, umutlandırıyor...
İnsanın içinde "seviçten yapılma kocaman bir balon şişiriyor" ve havalandırıyor...
Şimdi bitti kitap. Çıktım saklandığım yerden. Yazmaya başladım.
Ya şimdi yazacaktım, ya sonsuza kadar bu kitap hakkında bir kelam etmeyip susacaktım.
Yine susardım da bir kadeh rakı, bir de Ferdi girdi kanıma...
Dinlemeseydim iyiydi...
son/BAHAR
Seni
ilk gördüğümde bir başka öyküden henüz çıkmıştın.
O
öykünün İsmi, “Oyun Arkadaşları”ydı yanlış hatırlamıyorsam.
Üzerinde
ne vardı, hava nasıldı gibi gereksiz ayrıntılara girmek istemiyorum.
Yalnızdın.
Hem de
“ben alışkınım” dediğin yalnızlıklara benzemeyen, alışkanlığının dışında bir
yalnızlıktı bu. Yıllar sonra çok uzak bir kentten gönderdiğin, üzerinde o
kentin barok tarzı yapılarını gösteren kartpostalın arkasına “şimdi yaşadığım
yalnızlığın kendimin olmadığını anlıyorum” diye yazmıştın.
Gece
karası saçlarından başka dikkat çeken bir özelliğin yoktu.
Çok alımlı, çok
dişi, çok albenili biri değildin.
Yani hiçbir erkek senin yanından geçtikten
sonra dönüp arkandan bakmazdı bence.
“Kadın
yöneticilerle çalışmayı sevmiyorum” dediğim bir gün bana; “Benim için fark
etmiyor. İddialı biri değilim ya, onun için rahatsız olmuyorlar benden”
demiştin.
Önce
ismini beğenmedin. “Bu isim bana yakışmadı, değiştiremez misin?”dedin ama bu
öyküdeki kadına en uygun isim buydu : BAHAR
Aslında
belki de haklıydın; ismin konusunda yani.
Senin baharı anamsatan bir halin
kesinlikle yoktu.
Daha
çok, sonbaharı anımsatıyordun bana.
Hüzünlüydün.
Galiba hüznün sana yakıştığını
söylemişti birileri.
Sen de
yazıldığın bütün satırlar boyunca bu yalana inanmıştın.
Belki
de hüznü sana ben yakıştırdım farkında olmadan.
Öyküye öyle bir kadın
gerekiyordu.
Benim
de bu öykünün yazarı olarak bu kadarına hakkım olduğunu düşündüm.
Şimdi
öykünü kendin anlatabilirsin.
Ancak
bilmelisin ki, öykünün sonuna kadar yanından bir harf boyu bile ayrılmayacağım ve ara
sıra kendimi sana hatırlatacağım.
Bahar,
bir öykünün yazarı ile kahramanı arasında
duygusal bir bağ oluşuyor ister
istemez.
Öykü
bittiğinde ve seni uğurladığımda hemen git olur mu?
***
İçerisi ne
kadar sıcakmış meğer; dışarıya çıkınca fark ettim havanın ayazını. “Aslında
hava soğuk değil, sen kansızsın da ondan üşüyorsun” derdi Nihat. Peki şimdi ne
olacak? Yaşadığım bunca şeyi, her anı hissede hissede yaşadım başından beri.
her şeyin farkında olarak yaşadım. Ayıktım. Ayşen bankada yanıma gelip, “Bahar,
seninle konuşmalıyım” dediğinde de ardından “Dün geceyi Nihat’la geçirdim” diye
konuşmasını sürdürdüğünde de ayıktım. Tüm duyguları hiç kaçmadan yaşadım. Hep
sonuna kadar, duya duya…
***
“Seninle
konuşmalıyım”
“Olur. Yüzün
çok kötü. Önemli bir şey mi var? Ne oldu?”
“Önemli. Hem
de çok. Bahar, biz dün geceyi Nihat’la birlikte geçirdik.”
Kahretsin!
İşte yine aynısı oldu. Yine kilitlendim. Ağzımı açıp bin tane şey
söyleyebilirim halbuki. Bu susmak beni delirtecek bir gün.
“Hiçbir şey
söylemeyecek misin?”
“…”
“Kızdığını
biliyorum ama oldu işte. Birbirimizden çok etkilendik. Benim yerimde sen
olsaydın ne yapardın?”
“…”
“Bahar konuş
allahaşkına! Susma böyle! Bişeyler söyle!”
“Ben de aynı
şeyi yapardım Ayşen, eğer duymak istediğin buysa…”
***
Ayşen’e
‘aynı şeyi yapardım’ derken bile emin değildim, gerçekten onun yaptığını yapar
mıydım? En yakın arkadaşımın birlikte olduğu, taptığı adamla tanışmak için can
atıp, sonra da o adamla yatar mıydım tanıştığımın ilk gecesi?
***
Sonra ne
kadar da çabuk ilerledi her şey. Bir film izler gibi uzaktan, hiç sokulmadan
izledim “onları.” Onlar… Nihat evin şımarık oğlu. Bir yanında yeni sevgilisi;
arkadaşım, sırdaşım Ayşen. Diğer yanında eski sevgilisi ben… O mutlu.
Her şey çok
karışık. Sanki bu sac ayağının biri ben değilim. Sanki “onlar” benim yaşamıma
hiç girmemişler de ben kendi yazdığım bir öyküde, kendi kendime kurgular
çoğaltıyorum. Belki daha önce terk etmeliydim, illaki nikahı beklememeliydim
görüşmemek için.
***
Elime açık
sarı renkte, üzerine siyah yaldızlı zarfı uzatırken soruyor Ayşen; “geleceksin
değil mi? Mutluluğumuzun tek şahidi sensin biliyorsun. Nihat da çok sevinir
gelirsen.”
Kocaman,
kalın bir defter önüne uzatıldığında adının altına imzasını atarken, gözucuyla
beni arar davetlilerin arasında. Bulduğunda da gülümser ve “iyi ki geldin, çok
sevindim seni gördüğüne” der bal gözleriyle. Der mi?
“Yol uzak
biliyorsun. Bu şehirde evlenseydiniz belki… Üstelik bankadan izin almam mümkün
değil. Yine de çalışırım gelemezsem ikinizi de şimdiden kutlarım.”
Aslında
davetiyeyi elime tutuşturduğunda ne yapacağımı, gözlerimi nereye saklayacağımı
planlamıştım önceden. Ama olmadı işte… Kutlarmışım! Neyi kutluyorum? Ne iyi
ettiniz çocuklar! Ne iyi ettiniz de evlenmeye karar verdiniz! Mutluluklar dilerim!
“İstanbul’a
gitmeden birkaç gün önce arkadaşlar arasında parti verelim dedik. Nikaha
gelemesen bile, partiye gelirsin herhalde. Bankadan da birkaç kişiyi
çağıracağım. Hem işyerindeki arkadaşlarla veda gibi olacak. Biliyorsun nikahtan
sonra çalışmama izin vermiyor Nihat. Öyle kıskanç ki… İleriyi düşündükçe bazen
korkuyorum”
Elimdeki
dosyayı sımsıkı tutmuşum. Ona doğru uzatıyorum. “Görüşürüz Ayşen… Salih bey bu
dosyayı istemişti de”
“Haa
aklımdayken, bu akşam Nihat’la Alsancak’ta buluşacağız. Sen de gelir misin? Ona
da sürpriz olur, ne zamandır görüşmüyorsunuz. Görüşmüyorsunuz değil mi?”
“Hayır Ayşen
Nihat’la uzun zamandır görüşmüyoruz. Endişelenecek bir şey yok”
“Yok canım,
neden endişeleneyim ki?”
“Akşam başka
bir sözüm var. Yine de teşekkürler. Nihat’a selamlarımı ilet lütfen.”
***
Oysa hiç de
söylediği gibi değildi. Endişeleniyordu besbelli. Onu hala sevdiğimi seziyordu.
Onu iyi tanıyordum. Seziyordu fakat burnu yukarıda, omuzları dik, kendinden
emin yürümeyi, saçını savura savura bankanın içinde gezinmeyi seviyordu. Her
adımını “O beni seviyor” der gibi vuruyordu yere. Ya da bana öyle geliyordu. Ne
zaman bir araya gelsek –ki bu genellikle öğle yemeklerinde olurdu- mükemmel
aşklarından sözediyordu. Benim duygularımı, acılarımı görmezden geliyor, bir zamanlar
Nihat’la benim birlikte olduğumu çoktan unutmuş görünüyordu.
***
“Nikaha
gelemediğine çok üzüldüm. İzin alamadın sanırım değil mi?”
“Hayır. Sana
söylemiştim izin alamayacağımı biliyorsun. Nerdesin?”
“İzmir’deyiz.
Artık evimize döndük. Nihat’ın izini dün bitti. Kutlamak için evimize gelirsin
herhalde. Hatta yemeğe gelmelisin.”
“Sesin iyi
geliyor. Eee… ev kadını oldun ha?”
“Evet. Belki
bir zaman sonra özlerim çalışmayı ama şimdi keyfim yerinde. Az sonra Nihat
gelecek. Biliyor musun Bahar, evlilik gözümüzde büyüttüğümüz gibi değilmiş.
Bugün 23. gün ve o hala benden boşanmak için bir avukata başvurmadı
inanabiliyor musun?”
***
Bunu bana
neden yaptı, hiçbir zaman anlamadım. Neden sürekli mükemmeli oynadı? Neden
evine, yemeğe, kahve içmeye, partilerine beni de çağırdı durdu bıkıp usanmadan?
Neden canımın acıdığını bile bile o yaranın kabuğunu kaldırdı?
***
Ben Nihat’ı
“Rağmen” sevdim. Herşeye rağmen. Şımarıklıklarına, kaprislerine, dünyanın kendi
etrafında döndüğünü zannetmesine, bencilliğine rağmen sevdim. Benim sevgi
tanımım böyleydi. Rağmen sevmekti. Bunu en iyi Nihat bildiği için belki de
evlendiklerinden iki ay kadar sonra bir akşamüstü arayıp “bana bir bira
ısmarlasana ortak” dedi.
Ortak! Ne
zaman bulmuştuk bu sözcüğü? İlk kim kime söylemişti? Bana ‘Ortak’ diye hitap
ettiğinde herşey yolunda demekti. Oysa şimdi yolunda giden bir şey yok ki…
***
“Bana bir
bira ısmarlasana ortak”
“ Nihat!”
“Adımı
unutmamışsın. Seni özledim”
“Ayşen
nasıl?”
“İyi. Bir
haftadır ailesinin yanında Ankara’da”
“Ayşen olmadan
görüşmemiz doğru gelmiyor.”
“Hadi Bahar,
bırak bunları. Seni özledim. Aynı saatte, aynı yerde. Anlaştık mı?”
“Hayır”
“Bahar,
özledim seni. Sadece bir bira… Görüşürüz tamam mı canım.”
***
Ayşen’den
intikam almak değildi niyetim. Onun yokluğunu fırsat bilip Nihat’la birlikte
olmak da değildi. Çünkü Ayşen’i çok büyük bir tutkuyla sevdiğini çok iyi
biliyordum. Zaten Nihat’ın da benimle birlikte olmak gibi bir düşüncesi yoktu.
Yalnızdı ve sanırım sohbet edecek birisine ihtiyacı vardı. Böyle zamanlarda en
iyi dert ortakları eski sevgililerdir nedense. Biz de ortak değil miydik?
***
“Eee biz
ortak değil miydik?”
“Öyleydik
elbette. Ayşen nasıl?”
“Mükemmel!
Biraz asi, biraz başına buyruk… Onu bilirsin işte. Benim kıskançlıklarım onun
dik başlılığıyla birleşince… Belki de bunu yaşamayı seviyoruzdur kimbilir? Sen
nasılsın? Birisi var mı hayatında?”
“Bunu bana
soracak en son kişi sensin Nihat. Bu seni ilgilendirmez.”
“Sana çok
haksızlık ettik Bahar, ne desen haklısın.”
“…”
“Susuyorsun
yine”
“Onu
istedin. Sen seçimini yaptın ve onunla evlendin. Buraya kadar tamam.
Anlayamadığım bundan sonrası. Beni neden aradığın yani.”
“Seni görmek
istedim. Konuşmak istedim. Beni de onu da en iyi sen tanıyorsun. Bana yardım
etmelisin. Bahar, onu çok kıskanıyorum. Herkesten, herşeyden. Eski sevgilisiyle
hala görüştüğünü düşünüyorum. Hani şu bankadaki, biliyorsun işte. Bu düşünce
beni deli ediyor. Ayşen saçmaladığımı söylüyor. Bu çok pis, acıtıcı bir duygu.
Sence n’apmalıyım Bahar?”
“Sen çok
bencil bir adamsın Nihat. Beni karşına almış, karını nasıl kıskandığını
anlatıyorsun. Üstelik benden yardım istiyorsun. Ne diyebilirim ki sana,
hastasın sen, hasta!”
“Haklısın.
Bunları seninle konuşmamalıydım. Özür dilerim. Kalkmak istediğin zaman
kalkabiliriz. Belki biraz yürümek istersin. Ya da evine bırakayım seni.”
“Tamam”
***
O geceyi
onunla geçirdim. Ve ondan sonra bir çok geceyi... Ama Nihat’la yeniden “ortak”
olmayı asla beceremedim.
Ayşen,
Nihat’ın en büyük zayıflığıydı. Onu deli gibi seviyor; dahası ona hastalık
derecesinde tutkundu. Ve tutku, hastalıklı bir duygudur. Bağımlılıklarına bağlı
bir insandı Nihat ve Ayşen onun yaşamındaki en büyük bağımlılıktı. Bunları
biliyordum elbette. “Rağmen” istiyordum onu. “Rağmen...”
“Bana bir
bira ısmarlasana”yla başlayan bir akşamın sonu, ya onun bürosunda, ya da ikinci
sınıf bir otel odasında sevişmeyle bitiyordu. O durmadan Ayşen’i anlatıyor ama
benimle sevişiyordu. Çünkü karısı Nihat’la birlikte olmaktan, ona dokunmaktan
keyif almadığını çok açık bir şekilde söylemişti. Bu, elbette önemli bir sorundu.
Nihat bu aşağılanmaları duydukça zedeleniyor ve Ayşen bilinçli ya da bilinçsiz
Nihat’ın ruhunu hasta ediyordu. Sonunda bana geliyordu Nihat. İyileştirip,
güvenini de cebine koyup onu karısına geri gönderiyordum. Bense onunla her
buluşmamızın sonrasında biraz daha kırık, biraz daha canı yanmış, biraz daha
hasta olarak yalnızlığıma dönüyordum. Kendimi, yaralarını kimseye göstermeyen
bir kedi yavrusu gibi hissediyordum. Sokak aralarından gece yarıları geçip,
yüzümdeki tırnak izlerinin sabaha kadar geçeceğini umarak uykuya dalıyordum.
Canım yanıyordu. Hem de çok. Ne onun karşısına çıkıp “Beni bırak” diye
bağırabiliyor, ne de “onun kadını” olabiliyordum. Sahi ben onun hayatında
neredeydim? Merkezinde Ayşen olduğuna göre, ben daha kenarlarda biryerlerde olmalıydım.
Olsundu. Çünkü herşeye rağmen...
***
Bahar,
bu sözcüğü ben bulmadım.
Üstelik
sevmedim de...
Ben
bu kitabın yazarı olarak, Rağmen
sözcüğünü bu öyküden çıkartıyorum.
Kurgu
böyle değil biliyorsun. Ben o rolü Ayşen’e vermek istemiştim.
Ya
Nihat? Onun bu hastalıklı karakteri tamamen senin fikrin Bahar.
Yanlış
bir öykünün satır aralarında geziniyorsun.
İstersen
şimdi çıkıp gidebilirsin ama sen inatla kalmayı seçiyorsun.
***
“Bahar, ben
Ayşen. Seninle bu akşam iş çıkışında görüşebilir miyiz?
Lütfen hayır
deme. Bu çok önemli!”
“Kötü bir
şey mi oldu? Sesin pek iyi gelmiyor. Nihat nasıl? Hasta falan değil ya?”
“Nihat’ın
sağlığı gayet iyi. Konuşmak istediğim şey de onunla ilgili ama sorun bedeninde
değil sanırım ruhunda. Bahar, akşam görüşelim sana hepsini anlatacağım.”
“Tamam,
nerede?”
Ayşen’le
telefonda görüştüğümüzde bu kez öncekilerden farklı şeyler konuşacağımızı
sezmiştim. Konu yine Nihat’tı mutlaka ama bu kez ne kadar mutlu olduklarından
değil, aralarında çıkan problemlerden konuşacaktık sanırım.
Akşamüzeri
buluştuğumuzda gözüme ilk çarpan şey kızıl saçları oldu. Evet, tahmin ettiğim
gibi aralarında bir sorun vardı. Ayşen, Nihat’ın aşırı kıskançlıklarından
bunalmıştı ve onu ruh hastası olarak görüyordu. Daha da önemlisi Nihat’ın
hayatında başka bir kadının varlığından şüpheleniyordu. Eve geç saatlerde
içkili geliyordu. Kimdi bu kadın? Benden yardım etmemi istiyor, bunu
kesinleştirdiğinde de Nihat’tan boşanmayı düşünüyor, dahası beni şahit
yazdırmak istiyordu. Hastalıklı bir birlikteliği sürdürmek istemiyordu Ayşen,
çünkü karnındaki bebeği düşünmek zorundaydı. Evet, Ayşen birbuçuk aylık
hamileydi.
***
Boşanırsak
şahidim olur musun?
***
Bahar,
bunlar benim senin için seçtiğim sözcükler değil.
Sen böyle
yaşayarak benim yazdıklarımın dışına çıkıyorsun.
Benim sana soluklanman için
verdiğim üç-beş sayfanın içine sığamıyorsun.
Sonra canın
acıdıkça dönüp yaralarını bana gösteriyorsun.
Bahar...
Bir yazar
öyküsünün kahramanına kötülük yapar mı sence?
***
“Seni
rahatsız ettiğimi biliyorum ama yarın benimle birlikte hastaneye gelebilir
misin?”
“Ne oldu?”
“Bebeği
aldırmaya karar verdim.”
“Karar mı
verdin? Nihat’ın bundan haberi var mı?”
“Hayır.
Olmasını da istemiyorum.”
“Peki ama
neden? O bebeği istediğini düşünüyordum”
“Evet ben
istiyorum ama...”
“Aması ne
Ayşen? Nihat’la ilgili mi? O mu istemiyor bebeği?”
”Bunları sonra konuşabilir miyiz? Gelecek misin?”
”Bunları sonra konuşabilir miyiz? Gelecek misin?”
“Tamam.”
“Peki, yarın
ararım seni.”
***
Hastaneye giderken çok suskundu Ayşen. Bir gece önce
Nihat’la tartışmışlar, Nihat’ın yine kıskançlık krizleri tutmuş ve o bebeğin
kendisinin olmadığını ima etmişti. Bu tartışmanın sonunda Ayşen bebeği
aldırmaya karar vermiş ve beni aramıştı.
Ayşen haklıydı. Nihat’ın kıskançlığı hastalık
derecesindeydi. Çünkü benimle birlikteyken de sürekli Ayşen’i çok sevdiğinden,
herkesten kıskandığından, onun eski sevgilisini aklından çıkaramadığından söz
eder dururdu. Hem Ayşen’i çok seviyor, hem de onun yanındayken kendisine olan
güvenini yitiriyordu. Ve bu güvensizlikle belki de, onu zapdetmeye çalışıyor ve
dozunu kaçırıyordu. Ayşen çok uçarı, asi, son söyleyeceğini ilk söyleyen
biriydi. Nihat’ın ona karşı zayıf olduğunu biliyor, cinsellik dahil bunu her
fırsatta değerlendiriyordu. İkisi de bir yana, içimde biraz sonra yokolacak o
bebeğe karşı garip bir şey hissediyordum. Belki onun için hastane odasında
doktoru beklerken yeniden sordum ona; “Bebeği istemediğine emin misin? Yanlış
bir şey yapıyorsun gibi geliyor bana.” Yanıtı gözünü kırpmadan verdi; “Sen
olsaydın doğurur muydun?”
Ben olsaydım
ne yapardım emin değilim. Nihat’a duyduğum tutku yüzünden her şeye razı olur,
ondan bir parçayı yaşamımın sonuna kadar yanımda, yakınımda tutmak isterdim
herhalde.
***
Ayşen,
bebeğini aldırdıktan sonraki zamanını Nihat’ı suçlamakla geçirdi. Ondan iyice
uzaklaşıp, onu zedelemek ve aşağılamak için her türlü hakareti yapmaktan
çekinmedi. Gururu kırılan Nihat ise her seferinde yaralarını göstermek için
bana koştu. Bense bazen abla, bazen anne, bazen kulağına romantik şeyler
fısıldayan bir sevgili, bazen de yatakta mükemmel olduğun söyleyen bir orospu
oldum. Onu yücelttim. Onu önemsedim. Ona şefkat gösterdim. Onu sevdim. Sonunda
iyileştirdim ve geri gönderdim. İşte böylece ben de Nihat’ın bağımlılıkları
arasına girdim. O bunun ne kadar farkındaydı bilmiyorum ama bildiğim bir şey
vardı; o da onsuz olamayacağım. Onsuz hiçbir şey yapamıyordum. Koşulsuz bir
sevgiydi bu. Benim olmayacağını biliyordum, dahası Ayşen’e duyduğu tutkuyu
biliyordum. İkisi de hastalıklı bir birlikteliğin içinde iyileşemez durumda
sürdürüyorlardı yaşamlarını.
Ben bekliyordum.
Nihat’ın beni günlerce aramamasına alışmaya çalışıyordum. İzin günlerimde
odamdan çıkmadan ondan telefon bekliyordum. Bazen üstüste üç gün günde beş kez
arar, saatlerce konuşmak ister; bazen de iki ay aramadığı olurdu. Bilirdim;
aramadığı zamanlarda Ayşen’le herşey yolunda giderdi çünkü... “Bana bir bira
ısmarlasana” dediği zamanlarda ise ateşinin yeniden yükselmeye başladığı
zamanlara karşılık gelirdi. Bunu bilirdim; yine de giderdim. Giderdim ve onunla
sevişirdim. Giderdim ve Ayşene olan aşkını, kıskançlıklarını dinlerdim. Sesimi
çıkarmadan, uysal bir kedi gibi dinlerdim. Onu evine gönderdikten sonra evime
gider, odama çekilir ve yaralarımı yalaya yalaya iyileştirmeye çalışırken
uyurdum. Düşlerimde hep elleri...
***
“Bu kadarı
fazla ama” ile başlayan bir cümle kurmaya kalktığımda beni duyamayacak kadar
yorgundun Bahar. Seni azarlamak, bağırıp çağırmak, öyküden uzaklaştırmak
istemiyordum. Çünkü bu senin öykündü;
canın acısa da yaşayacaktın. Sen razıydın bu role ama ben değildim. Yine
de sustum. Hani bir sözcük vardır senin dilinden düşmeyen; sonsuzca dersin
hep... sonsuzca sustum.
“Aklını
başına topla Bahar! Neden bu kadar hüznü tek başına yaşamak zorunda kalasın ki?
Ne için? Kimin için? Bir başka boyutuna geç yaşamının ve daha mutlu öykülerin
kahramanı ol!” demek istedim öykünün başından beri sana, ama diyemedim. Hoş,
deseydim de beni dinleyecek miydin? Hayır!
***
“Birkaç güne
kadar Ankara’ya gideceğiz. Ayşen’i bir müddet ailesinin yanına bırakacağım.
Ayrı kalmak ikimize de iyi gelecek diye düşündük.”
“Bir müddet
ne kadar?”
”Bilmiyorum. İkimizin de düşünmeye ihtiyacı var. İlişkimizi gözden geçirmemiz lazım. Artık kontrolümden çıkmaya başladı herşey...”
”Bilmiyorum. İkimizin de düşünmeye ihtiyacı var. İlişkimizi gözden geçirmemiz lazım. Artık kontrolümden çıkmaya başladı herşey...”
“Kontrolünü
elinde tutamadığın ne var Nihat?”
”Herşey! İşin içinde Ayşen olunca herşey kontrolümün dışına çıkıyor Bahar. Konuşamaz olduk. Evliliğimizin ilk aylarında yatağa girince kendiliğinden çözülüyordu sanki herşey. Artık öyle değil. Benimle birlikte olmak istemiyor. Dahası aşağılamaları dayanılmaz oldu.”
”Herşey! İşin içinde Ayşen olunca herşey kontrolümün dışına çıkıyor Bahar. Konuşamaz olduk. Evliliğimizin ilk aylarında yatağa girince kendiliğinden çözülüyordu sanki herşey. Artık öyle değil. Benimle birlikte olmak istemiyor. Dahası aşağılamaları dayanılmaz oldu.”
***
Bedensel
olmasa da ruhsal olarak çok kötü durumdaydı Nihat. Ve o ikisinin sonlarını
kendilerinin hazırladıklarını izliyordum usul usul. Birkaç gün sonra Ankara’ya
gittiler. Üç dört gün kadar sonra
Nihat’tan bir telefon geldi; yoldan arıyordu.
***
“Bu akşam
İzmir’de olacağım ortak. Sana bir bira ısmarlayacağım, eğer istersen tabii...”
“İlk kez
‘ben ısmarlayacağım’ dedin, farkında mısın?”
“Peki, sen
ısmarlamak için ısrar ediyorsan, sen ısmarla. Aynı saatte aynı yerde. Sana bir
sürprizim var ama akşamı beklemelisin.”
“Sen
geleceksen, ben beklerim biliyorsun.”
***
Nihat o gece
gelmedi. Gece yarısına kadar bekledim ve evini aradım. Hiç kimse çıkmadı
telefona. Bu, Nihat’ın daha önce de yaptığı bir şeydi. Arar, randevu verir ve
gelmezdi. Sonra da uzunca bir müddet ortalarda görünmez; bir hafta, bir ay
sonra ansızın çıkardı ortaya. Ve hiç açıklama yapmazdı. Zaten o bana hiçbir
zaman, hiçbirşeyin açıklamasını yapmadı. Ben de ondan yaptığı ya da yapmadığı
şeyler yüzünden bir açıklama beklemedim. Dedim ya ben Nihat’ı “rağmen” sevdim.
Onun isteği ve izin verdiği kadar ona sokuldum, dahasını istemek onun özeline
kirli ayaklarımla girmek gibi olurdu. Ya da ben öyle hissettim.
Sabaha karşı
telefon sesiyle uyandım. Ayşen’di arayan. Sesi kötü geliyordu. Konuşamayacak
kadar kötü. Yalnızca iki kelime söyledi ve kapattı telefonu. “Nihat... kaza...
üzgünüm” gibi sözcükleri anlayabildim sadece. Aslında daha fazlasını öğrenmek
de istemedim hiç.
Ayşen...
Bildiğim kadarıyla o olaydan sonra bir daha İzmir’e hiç dönmedi. Bir gün gelip
eşyalarını apar topar alıp Ankara’ya gitti. Bir iki kez telefonla görüştük. Son
görüşmemizde bana ‘keşke söylemeseydi’ dedirten şeyler söyledi.
“Sana
geliyordu biliyor musun?”
“Bu ne demek
oluyor Ayşen? Ne demek sana geliyordu?”
“Birlikte
Ankara’ya geldik. Ben kalacaktım, o ise İzmir’e dönecekti. İlişkimizi yeniden
gözden geçirmemiz gerektiğini söyleyip duruyordu uzun zamandır. Benim Ankara’da
kalmamın ikimiz için de en doğrusu olduğu konusunda beni ikna etti. Ama daha
buraya geldiğimiz ilk akşam tartıştık. Birbirimizi çok kırdık Bahar. Bu
birlikteliğin bu şartlarda yürüyemeyeceğini, ayrılmamızın ikimiz için de en
doğru olacağını söyledim ona. Anlamış, ikna olmuş gibiydi. Sonra bana bağırmaya
başladı. Benimle evlenmekle yanlış yaptığını, onu hasta ettiğimi ve onu yalnız
senin iyileştirdiğini, sık sık görüştüğünüzü söyledi. Söyledikleri doğruydu
değil mi Bahar?”
“Evet”
“Artık bir
önemi var mı bilmiyorum ama yine de söylemek istiyorum; biz Nihat’la hiç iki
kişi yaşamadık biliyor musun? Sen hep vardın bir yerlerde... Hep vardın, onun
için belki de ...”
“Bunları
konuşmak istemiyorum Ayşen. Yanlış neydi, doğru kimdi, hangimiz dürüsttü en
çok, kim en çok yalan söyledi, hangimiz daha çok sevdi onu... bütün bunları
konuşmak istemiyorum. Ben...”
***
Gitmek
zorundasın Bahar.
Bu
öyküden çıkınca herşey düzelecek inan bana.
Artık
bitti.
Bir
vapura binip başka bir öyküye gitmeye ne dersin?
Yeni
bir öykü, yeni duygular demek; yeni düşler, yeni hayal kırıklıkları, yeni
umutlar, yeni acılar ve yeni sevinçler
demek...
Gitmelisin...
Bu
kez son,
bu
kez
son
Bahar...
***
“Kadın, yeni bir öyküye giden köhne bir
vapurun güvertesinde oturmuş, kumral saçlarına iliştirdiği tokayla oynuyordu.
Henüz sonbaharı anımsatan bir ismi bile yoktu...”
Eylül
1999
7 Ağustos 2012 Salı
EKSİKLİK
ne
yol ürkütür beni bundan sonra ne
yolculuk
yüreğimin
tarihinden arındırıp hüznü
birkaç
parça anıyı kilitleyip düne,
birazdan
gideceğim …
efsanelere
inanırım belki senden sonra
köy
kahvelerinde anlatılan hikayeler biriktiririm
içinden
geçerim rüzgarın
susmayı
öğrenirim…
eksiğim,
evinin
eşiğine düşürdüm çocuk yüzümü
gözlerimi
sana bıraksam da
gülüşümü
almaya
geri
geleceğim…
2 Ağustos 2012 Perşembe
gece
seninle
ben bu gecenin ayrı ayrı köşelerine
ataçla
tutturulmuş birer detayız
ve
ayrılıkların arşiv odasında tozlanmış yaşamımız
ne
gülüşlerin ne bedenlerin peşine düşmüşlüğümüz var satır aralarında
yılmışlığımız
var bir tek
yalnızlığımızdan arıttığımız...
şark çıbanı
döndün
parmak
aralarında sokakların karanlığıyla...
ve
saçlarında başka bir şehrin el izleri
bir
şark çıbanıydı geçmiş alnında
baktıkça
aynaya tarihinden korkardın...
sen!
dizlerinin
bağını aşklarda çözen çocuk
uyut
ellerini şimdi köhne bir kadehte
bakarsın
gün düşerken heceye
iyileşir
eski sızılar
ya
da arada bir kendini kanatır
yağmur
başlamadan birkaç mevsim önce...
ayakucu
gökyüzünün rengi
dönerken
döndün yüzünü
maviden siyaha sen de
o günden beri
ne yanına uzanıp
ayaklarını ısıtmışlığım var ayaklarımla
ne gözünün
içindeki benekte içimi ısıtmışlığım
belki de bundandır
parmak ucuna
dokunmak isteyişim
çıplak ayak
uçlarımla
gittiğinden beri
ısınmadı yüreğim
garip değil mi
sence de
temmuzda üşür mü
insan?
(k)AL
karanlıksa eğer oda;
perdeler, pencereler, komidin, komidinin üstündeki kitap, tozlu köşe lambası,
duvardaki çatlak izi, yere atılmış çamaşırlar karanlıksa... niye o zaman
karanlıkta sevişirken sımsıkı kapatır insan gözlerini?
bedenimin çocuk karanlığını,
bedenimin ‘yazık günah’larını, zifiri yalnızlığını aydınlatmak için küçük bir
ışıma mıdır içimde (h)iç olman?
ellerini avuçlarımda sakla...
ayaklarımı ayaklarınla ısıt.
ritmine izin verme bedeninin/bedenimin...
kıpırdama.
küfür etme.
gülme.
sayıklama.
sus bağırma.
kal.
(k)al......
az sonra; çiçek kokan
beyazlığın üzerinde istemeden olmuş bir ütü izi gibi bırakıp gideceksin beni...
sen gideceksin el yordamı bir iz kalacak boynumun eşiğinde... öyleyse şimdi
içimde kal, -ki avazım izini sürsün (t)utkunun.
gittiğinde açarım gözlerimi...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)