28 Nisan 2013 Pazar

Tavanarasına bir yazı…



Her şey geride kalıyor. Tersine akan bir yol. Yolun ucunda bir ev. Evde bir oda. Odada bir koku. Kokuda bir adam. Adamda bir kadın. Kadında bir şehir. Şehirde bir çocuk. Çocukta bir tebessüm. Geride kalıyor.

Bir fotoğraf çekti kadın.
Yuvarlak bir masa. Beyaz, bez kendinden desenli bir örtüsü var. Masanın etrafında altı kişi. Üçü kadın, üçü erkek… İki çift evli, diğer çift sevgili. Keyifliler. Kadınlardan birinin saçları “Hair” filmini anımsatıyor. Saçlarını iki yandan örmüş, alnından dolamış. Uzun bir etek üzerinde. Renkli bir etek. Yakışmış. Annemin söylemiyle “İki söyleyip bir gülüyorlar” Henüz kimse ölmemiş demek ki” diye geçiriyor içinden fotoğraf çeken kadın. Şanslılar diyor yine içinden…

Bu fotoğrafı sevmedi kadın. Başka bir fotoğraf çekti.
Çiçekli bir kanepe. 70’li yaşlarını süren bir kadın rakı içiyor o kanepede oturmuş. Sürekli kuru ekmek atıyor ağzına. Neşeli. Fazla neşeli. Karşısında 35’li yaşlarında güzel gülümseyen bir adam. Üzerindeki montun kapüşonunu başına geçirmiş. Montun üzerinde büyük harflerle NY yazıyor. Çok sigara içiyor adam. Ama yakışıyor eline sigara, öyle emanet gibi durmuyor. Masaya ıslak burnunu uzatan sokak köpeklerini besliyor sağ eliyle. Köpekler mutlu oluyor. Aynı masada bir başka kadın. Sarışın. Boynunun alt tarafında çiçek motifli iri bir dövme var. Yaşı tahmin edilmiyor pek. Kafa dengi denecek tarzda biri. Kadın deklanşöre basıyor bir kez daha.

Başka bir fotoğraf  daha çekiyor kadın.
Teknelerin, “burası güvenli buraya sığınayım” dedikleri küçücük bir liman. Yarı yosunlu ipleri denizin içinde balıklara oyun alanı olmuş. Teknelerin üzerine çeşit çeşit isimler. Yerlerde sigara izmaritleri. Karşıdan bir balıkçı geliyor, erken kavrulmuş teni. Aynı renkte bir sokak köpeği yanında. Köpek ıslanmış tüylerini yalıyor arada. Adamın elinde bir sopa, baston olarak kullanıyor. Gülümsemiyor adam. Tenha deniz kasabalarında yaz gelmeye başladığında kalabalıklaşan kalabalığı sevmiyor belli ki… Kadının yanından geçip gidiyor. Deklanşöre tam o anda basıyor kadın.

Bir fotoğraf daha…
Kadının yıllar önceden tanıştığı uçuk kaçık bir kadın. 50 yaşlarında. Üzerinde salaş giysiler. Oturmuş bir masanın arkasında zevksiz takılar yapıp satıyor. Yurt dışında bir sevgilisi var, on dört yıldır beraberler, onunla telefonda konuşuyor aşkım diye diye. Neşeli gözlükleri var, kırmızı. Bileklerinde çok renkli bileklikler. Boynunda üzgün balıklı bir kolye. Kaşlarını epeydir almamış, göz kapaklarına kadar inmiş seyrek kaşları. Saçlarını arkadan bir fularla toplamış, boyasız, olduğu gibi duruyor öyle beyazları onu daha yaşlı gösteriyor. Doğal konuşuyor, arada küfürler ediyor, küfürlerin hepsi fotoğraf karesinde görüntü kirliliği gibi duruyor. Ama asla eğreti durmuyor. Seviyor kadın bu kareyi. Sıcak akşamüzeri renkleri olduğundan daha samimi gösteriyor sohbeti.

Karşı adanın da fotoğrafını çekiyor kadın.
Gece siyahlarını giyinip denizle kırıştıran, gün ağardığında ise tüm giysilerinden soyunup kasabanın karşısına utanmazca dikilen o adanın da fotoğrafını çekiyor. “Gece olduğunda ışıklandırsalar ya şu adayı, buradan izlemek ne güzel olurdu” diyen çok uzaklarda kalmış bir adamın flu cümlesini hatırlıyor kadın. Duymazdan geliyor canını acıtmak isteyen kötü niyetli anıyı. Duymuyor. Sadece deklanşörün sesini duyuyor. Çıkırrrtttt….

Bu fotoğraf  eksik…
Motosikletini park ediyor adam, kaskını koltuk altına alıp kadının yan masasına oturuyor. Sigarasını çıkartıyor. Kadın fotoğraf makinesine yelteniyor, vazgeçiyor, bekliyor. Adamla göz göze geliyor. Adam gülümsüyor gibi, belki de kadına öyle geliyor. Sevimli biri, yüzünde özgürlüğe yakın duran izler var. Arkadaşları sesleniyor uzaktan, kalkıp yanlarına gidip ayaküstü sohbet ediyor, geri dönüyor. Rakının kapağını açıyor, bardağına dolduruyor, birkaç parça buz istiyor. Birden vazgeçiyor kadın bu karenin fotoğrafını çekmekten, kapatıyor makineyi, koyuyor çantasına.

Balık tutan kısa saçlı kadına çeviriyor objektifi sonra.
Ekmeği iğnelere saklıyor kısa saçlı kadın. “Yazık hayvanlara, dünya böyle işte…” diye söyleniyor duyulur duyulmaz. Bir zanaatkar kadar ustaca gizliyor parlak iğneleri. Geliyor oltaya en yakın masaya oturuyor. Kahvesinden bir yudum çekiyor, gözü misinanın ucunda.  Misina rüzgarda dans eder gibi kıpırdıyor. Deniz görüyor, kara görmüyor o dansı. Dalgalar alkış tutuyor, dans hızlanıyor, hızlanıyor… Kadın kalkıyor yerinden, çevik bir hareketle asılıyor oltaya. Ucunda gümüş balık… Kadın balığa bakıyor, balık kadına bakıyor. Balık ölüyor, kadın diriliyor, fotoğraf birikiyor…

Dönüyor kadın…
Yol bitiyor. Aynı ev. Evde bir oda. Odayı kokluyor kadın. Koku açık pencereden gitmiş. Seviniyor. Basıyor deklanşöre, yalnızlığın fotoğrafını çekiyor. Sonra daha da koyultuyor renkleri, ıssızlığın fotoğrafını çekiyor.

Bütün bunları çıkartıyor fotoğraf makinesinin içinden kadın, bir yazıya yüklüyor. Arada bir çıkartıp albüme bakmak için. Sonra o yazıyı tavanarasına kaldırıyor. Tozlanmaya bırakıyor. Bir gün belki çıkartıp bakmak ve tozunu almak için…

/////////////

Ey hayat!
Bana nerede kaldığımı hatırlat!


2013, 27-28 nisan Karaburun….



21 Nisan 2013 Pazar

biz aslında yedi kişiydik...


Mezarlıktan çıktığımızda müzik sesi de kesildi. Yüzümüze tuhaf tuhaf bakan, paçalarının içine toprak dolan mezar kazıcı adamın arkamızdan “Tövbe tövbeeee… Allah’ım sen günahlarımızı affet… ” dediğini duydum.  Ölümün karası yüzüne sinmiş adam haklıydı, mezarlıkta son ses müzik çalınması da nerede görülmüştü. İçim, çocukluğumdan beri ürktüğüm uçurumlar kadar korkutucuydu. Yine de baktım boşluğa. Bir binanın en üst katından aşağıya sarkmış gibi ayaklarımdan bedenime doğru kanım çekildi.

Hepimiz susuyorduk. Konuşursak içimizdeki boşlukta cümleler yankılanıp kulaklarımızı sağır edebilir korkusuydu bu galiba. En azından benim korkum buydu. Küçük adımlarla ayrıldık taze toprak ve ot kokusundan. Mezarlığın hemen dışına park ettiğimiz arabaya bindik.

Marşa basmadan önce, “Bu müzik çok mu saçma oldu kızlar?” diye sordum. Yanıtı beklerken burnumu sildim. Hiç biri ses çıkarmadı. Kendimi kendim yanıtladım yine, “Ama o, böyle olsun istemişti…”

Biz yedi kişiydik. Yedi kadın. Bazılarımız birlikte büyümüş, çocukluktan genç kızlığa birlikte geçmiş, bazılarımız üniversite yıllarında aynı şehirde okumuş, kimimiz de çok sonra bu dostluğa dahil olmuştu. Farklıydık, benzerdik, aynıydık, ya da bunların hiç biri değildik. Belki de tek ortak noktamız bize yazılan hikayelerin satır aralarında sıkışıp kalmışlığımızdı.
Hiç merak etmedik.

Ağustos taklidi yapan bir eylülün sonlarındaydık… Yaz, elini alnımızdan çekmemişti henüz. Esmer tenimize beyaz şilebezi elbiseler giyip turkuaz akşamlarda buluşmayı seviyorduk. Bizim için sıradan bir hafta sonu akşamıydı. Bahçedeki uzun ahşap masanın üzerine mavi masa örtüsünü serip, hepimizin olmazsa olmazı zeytinyağlı mezeleri öğlenden hazırlıyor, hava kararmaya başladığında da sohbetin, şarkının, türkünün dibine vuruyorduk. Mutluyduk, çünkü henüz o yaşıyordu.

Zeki Müren’in sesini bastırmaya çalışan Fulya, “Ne kadar çok kıymıklarımız var farkındasınız değil mi?” diye sordu boynundaki kolye ile oynarken…

“Yine başladı bu felsefeye, kızım kaç kadeh içtin sen?” diye dalga geçti Yağmur. Yağmur’un söylediklerine hiç aldırmadan kıymık söylemine bir açıklık getirdi Fulya elini kolyesinden çekmeden, “Düşünsenize, biz hepimiz ne çocuklarımıza anne olmayı becerebildik, ne annelerimizin istediği gibi kadınlar olabildik. Ne çok arada kaldık aslında hiç düşündünüz mü?”
“Biri buna artık rakı vermesin, bu içince felsefeye başlıyor, tadımız kaçıyor, hadi bakalım buyur şimdi burdan yak” diye kafa salladı Yağmur yine gülerek.
“Arada kalmamız, arafta olmamız normal değil mi kızım, biz boyun eğmiş annelerin kızlarıyız çünkü… Babalarına, abilerine, kocalarına, tabularına, çevre baskısına boyun eğmiş kadınlar doğurdu bizi, olacak o kadar kıymıklarımız…” dedi Yeşim.
 “Doğru söylüyor Yeşim” diye onayladı Ilgın, “Biz kendi kimliğini henüz bulamayan, çoğu çalışmayan, geçinmek, giyinmek, karnını ve çocuklarını doyurmak için ‘erkek eline bakan’ annelerin çocuklarıyız. Çoğumuz cinsellik nedir bilmeyen, kendi bedenini henüz keşfetmemiş, kocasından başka bir erkeğe bırak dokunmayı-sokulmayı, gözlerinin içine dimdik bakamayan kadınların çocuklarıyız. Eee… buradan bakınca da kıymıklarla yaşamamız çok olağan yani…”

“Onun için mi acaba anne babalarının sevgi sözcükleri ile büyümedi bizim nesil?” diye sordum.
“Kızım onlar Amerikan filmlerinde oluyor. İzlemeyecektin çok fazla, kim dedi sana küçükken otur da Küçük Ev’deki sevgi pıtırcıklarını izle diye… Ne sevgi sözcükleri Allahaşkına ya… İçimizden hanginizin babası ya da annesi ‘seni seviyorum prensesim’, diye üstünü örtüp iyi geceler diledi? Ha yani ben görmedim de duymadım da, var mı içinizde böyle büyüyen şanslı?” diye alaylı bir ses tonu ile sürahiye uzandı Aysel.
“Yemin ederim, şiştim muhabbetinizden ha! Yok mu daha keyifli bir konu? Yok efendim kıymıkmış, yok biz arada kalmış bir nesilmişiz… Kafam kaldırmıyor kızlar bu saatte bu kadar ince muhabbeti…” Bunları diyen de Serra’ydı.

“İçimizden biri eksildiğinde ne yaparız biz? Giden, gittiğiyle kalır da, asıl kalanlar boku yer” dedi birimiz konuyu değiştirmek için. Argoyu severdi, ona yakışırdı da… “Hah, bak bu mevzu daha iç açıcı. Konuyu değiştirdiğin iyi oldu. İçimiz açıldı… Ne yapacağız kızım? İlk çekip giden çayı koyacak ocağa” dedim. Diğerimiz, rakısından bir yudum çektikten sonra “Unutmayın kızlar” dedi, “Vasiyetim var, ben sizden önce ölürsem, beni o deniz kasabasına, denizi gören bir yere gömeceksiniz.” Güldük, “Yer bırakmamışlar kızım orada, zenginler en manzaralı mezarlıkları da kapmışlar” dedim. “Ben anlamam arkadaş” dedi, “öbür tarafta iki elim yakanızda olur ona göre…” 
“Ben sizden önce ölürsem, hiç uğraşmayın törenle falan, küvette yakın beni. Küllerimi de paylaşın. Hatta rakı masasına koyun bir kavanozun içinde, bensiz içerseniz affetmem Allah’ıma” dedi yine içimizden biri. Gülüştük. “Korkarım ben, istemem rakımın yanında kül mül” dedim. “Zıkkımlandığımız sigara külünün yanında hiç kalır gerçi ya… “ diye de ekledim. “Sahi ya, bir arada olunca bokunu çıkartıyoruz sigaranın kızlar ya, bırakalım şu mereti artık, cildimiz kırıştı ha…” dedi biri elini yüzündeki henüz derinleşmemiş çizgilere dokundururken. “Ne alakası var Allah aşkına, sanki on sekizde haspam, kırışacağız tabii kızım, kırklı yaşlardayız farkındasın değil mi?” dedim yaş konusu açtığıma bin pişman…

“Ben sizden önce ölürsem benim mezarımın başında o şarkıyı çalın mutlaka” dedi o. “Yok artık, daha neler? Yaka paça atarlar bizi mezarlıktan kızım, adam akıllı bir şey iste” diye karşılık verdi birimiz. “Ben ciddiyim, o şarkıyı çalın” dedi peynir tabağına uzanırken. Ağzına iri bir parça peynir götürüp yüzümüze baktı. Ciddiydi.

Zeki Müren susmuş, yerini Neşet Ertaş’a bırakmıştı. “Zahide’m kurbanın olayım, ne olacak halim, yine bir laf duydum, kırıldı dalım…”

Mutfağa buz almaya giderken, Zahide’nin acıklı hikayesini hatırlamaya çalışıyordum bir yandan da…  

ILGIN.

İnce uzun bir kadın eli şeklindeydi kapı tokmağı. Çocukluğumdan beri hiç değişmemişti. Değişmesindi zaten, ben o soğuk ele dokunup, o demir kapıyı böyle açtırmayı seviyordum yıllardır. Tokmağına üç kez vurdum. Açıldı. Kısa saçlı, makyajsız, minyon bir kadın gülümsedi eşikte.  Kapı tokmağındaki ele benzeyen elleri vardı, ince uzun… “Ben Ilgın” dedi sakin bir sesle, “Selim’in eşiyim.”

Selim, çocukluk arkadaşımdı. Beş yıldır cezaevindeydi. Ilgın’la ailesinin bile haberi olmadan sessiz sedasız evlenmişlerdi. Duymuştum, haberini almıştım ama karşılaşmayı hep ertelemiştim. İçeriye geçtim. Kalabalıktı. Sebahat teyzeye sarıldım önce, Selim’in annesini kendi annem gibi sever, hatta onunla dertleşmeye bayılırdım. Selim, köşede oturuyor ve önündeki eski bir gazeteyi okuyordu. Cezaevinden çıktığı için sanırım, bizim artık önemsemediğimiz günü geçmiş gazete manşetleri onun için yeniydi.  Çok zayıflamıştı. Saçları biraz dökülmüş, sağ kaşının hemen üzerinde ince bir yara izi vardı. Yüzüme bakıp Sebahat Teyze ile konuşmamın bitmesini donuk bir ifadeyle izledi. Sanki yan dairedeki komşuyu karşılar gibi, ‘usulden’ ayağa kalktı. Oysa, beni coşkuyla kucaklayacak sandım. “nerede kalmıştık?” diyeceğiz ve kaldığımız yerden başlayacağız sandım. Olmadı. Eskisi gibi kocaman gülmedi. “Geçmiş olsun Selim” dedim. “Sağolasın” dedi, sanki yapmak istediğimiz bir görevi baştan savıyormuş gibi sarıldık kısacık. Ilgın’a baktım. Sıcacık gülümsedi. İçimi doldurdu o gülümseme.  

Daha sonra en iyi arkadaşlarımdan biri oldu Ilgın. Çeviri yapıyordu evde Selim’le. Daha önceki evliliğinden bir oğlu ve oğlunun dağ gibi sorunları vardı. Üstelik Selim cezaevinden çıktığından beri iyice içine kapanmıştı. Fazla konuşmuyor, konuştuğunda da ya “Kahve var mı?” diye soruyor, ya da acıktığını söylüyordu. Telefon açtığımda da kısa kısa yanıtlarla, ahizeyi Ilgın’a tutuşturuyordu.

Tek katlı bahçeli evlerinde Selim’le ve Selim’in delirten sessizliği ile yaşlanıyor olmaktan şikayetçi değildi Ilgın… “Selim’le evlenmeye karar verdiğimde hazırdım ben böyle yaşamaya, alıştım” diyordu. Başka türlü bir hayat istemiyordu, ona sunulan bu hayatı alıp kabul ediyor ve sorgusuz sualsiz yaşamayı seçiyordu. Karşısına Cenk çıkana kadar da o yaşamı sürdürdü zaten.  

Kitap fuarında karşılaşmıştı Cenk’le. Bir yayınevinin editörlüğünü yapıyordu. Bileğinin içinde dövmesi olan, saçlarını arkadan toplayan, kulağında minicik küpesi ile Cenk, Ilgın’ın çok ‘çılgın’ bulduğu biriydi. Gürültülü müzikler dinleyen, çok kitap okuyan, altındaki motosiklet ile dünyanın yolunu yapan bu genç adam Ilgın’dan on altı yaş küçüktü. Mardinli’ydi ve Ilgın’ın en çok gitmek istediği yerlerden biri Mardin’di. Cenk, Ilgın için hiç gitmediği o kentin gecesinden taş sokaklarına yansıyan gizemli bir aydınlık gibiydi. Sonu karanlık ama bir o kadar da baştan çıkarıcı…

Ilgın’a hastalıklı derecede tutkun olan Cenk’in coşkusuna, heyecanına ve yaşamına ayak uydurmak, üstelik bunu evli iken yapmak, Ilgın’ın altından kalkabileceği bir şey değildi. Motosikletle yolculuk yapmaktan deli gibi korkuyor, ama yine de motosikletin arkasına binip, Cenk’in genç bedenine sarılmak ve onun evine giden yolları hızla geçmek heyecan veriyordu.

“Cenk’le sevişirken hiç utanmıyorum. Hatta seviyorum bedenimi” diyen Ilgın o eve her gittiğinde kafası daha da karışık dönüyordu. Cenk’in evinden çıktığında asansörün aynasında kendisine bakarken bir daha o eve girmemeye ve Cenk’le sevişmemeye yeminler ediyor, ama onun çocuk yüzünü görünce kendisine verdiği tüm sözleri unutuyor,  bedenini yeniden keşfetmesi için her seferinde o rutubet kokan yatakta kendisini Cenk’e bırakıyordu.

Bu ilişkiyi yürütemeyeceğini bir akşamüzeri her zaman gittikleri kafede çay içerken söyledi genç adama. Ama ayrılmak, sandığı kadar kolay olmadı.

Telefonda sesi çok endişeliydi.
“Cenk’e ayrılmak istediğimi söyledim bugün”
“En doğrusunu yapmışsın Ilgın. Nihayet bu kararı verecek gücü kendinde buldun… İyi misin peki?”
“Değilim. Çünkü beni bırakmıyor”
“Ne demek bırakmıyor ya? Zorla mı sürdürecekmiş bu ilişkiyi? Zaten ne kadar zorlandığını görmüyor mu? Bittiyse bitmiştir, kabul etsin.”
“Anlamıyor işte, bugün defalarca söyledim. Beni öldürmekle tehdit etti. Silahı bile var inanabiliyor musun? Öyle kolay değilmiş istediğim zaman gitmek, onu başımdan atıyormuşum, onunla dalga mı geçmişim bunca zamandır, ben istediğim zaman değil, o istediği zaman ayrılabilirmişim ancak. Selim’e anlatacağım ben her şeyi. Ne olacaksa olsun.“
“Manyaklaşma Ilgın. Biraz bekle, yüz yüze konuşalım bunu, böyle telefonda olmaz. Ne yapacağımıza karar verelim. O kadar kolay mı kızım silahı çekip vurmak. Psikopat mı bu çocuk?”
“İki kişilikli gibiydi sanki. Ben de tanıyamadım. Sanki onunla değil, başkasıyla konuşuyor gibiydim. Çok korktum. Ben nasıl anlayamadım ki şimdiye kadar. Aptalım ben, aptalım!”
Avaz avaz ağlıyordu Ilgın telefonda.
“Neredesin sen şimdi, evde misin?”
“Hayır, arabanın içindeyim. Evin karşısındaki sokağa park ettim… Ben ne yaptım? Allah benim belamı versin! Korkuyorum ben ya, ya silahı çekip gerçekten vurursa, yapamaz böyle bir şey herhalde değil mi?”
Hıçkırıklarının arasında sesini zor duyuyor, konuşmalarını çok zor algılıyordum.
“Ben taksiye atlayıp geliyorum yanına.”
“Yok gelme, Zaten bir an önce eve gitmem lazım. Selim aradı az önce… Kahve bitmiş evde…”
 “Sakin ol Ilgın. Topla kendini ve elinden geldiğince görüşmemeye çalış onunla”
“Tamam, merak etme” dedi burnunu çekerken.

Telefonu kapatınca içimi sıkıntı kapladı. Balkona çıkıp bir sigara yaktım. Aşağıda bir sokak köpeği çöp bidonunun yanındaki poşeti açmaya çalışıyordu. Sigarayı saksının dibinde söndürüp içeri girdim. Televizyonda saçma sapan bir yarışma programına takıldım. Ilgın’ı çok merak ediyordum. Yatmaya hazırlanırken, cep telefonuna mesaj attım. Yanıt yazmadı. Aradım, kapalıydı. Ev telefonunun numarası tuşlarken bir yandan da aklımdakileri uzaklaştırmaya çalışıyordum. Selim açtı telefonu.
“Ilgın’la konuşabilir miyim Selim?”
“Sanırım bir arkadaşına falan takıldı, eve gelmedi henüz”

FULYA.

İçimizde en güzel Fulya’ydı. Balköpüğü saçlarıyla aynı renkle iri, anlamlı bakan gözleri vardı. Uzun boylu, alımlıydı. Aynı mahallede birlikte büyümüş, aynı ilkokula, aynı liseye gitmiş, sadece üniversitede ayrılmıştık. O İstanbul’da mimarlık okumuş, ben İzmir’de kalmıştım. Üniversiteyi bitirdikten birkaç yıl sonra evlenmişti Atahan’la… Üniversite ikinci sınıftan beri arkadaşlardı. Çalışmak istemesine rağmen Atahan’ın itirazı yüzünden hiçbir iş başvurusunda bulunmamış, zaten evlendikten hemen sonra hamile kalıp kızını doğurmuştu. Evlilikleri, aşkları kadar uzun sürmemiş, ikinci yılın sonunda tek celsede boşanmışlardı. Evliliğindeki en büyük sorun Atahan’ın hastalıklı kıskançlığıydı.

O günlere dair çok fazla bir şey konuşmazdı. “Geçmişe baktığım zaman önümü göremiyorum. Önümü görmeyince de yürüyemiyorum. O yüzden de geçmişle değil, gelecekle ilgileniyorum” diyordu.  Kızı ile birlikte yaşıyordu ve evin giderlerini karşılayabilmesi için yıllar sonra çalışmaya başlamıştı. Bir firmada mimarlık yapıyordu. Boşandıktan sonra hayatına kimseyi almamasının nedeni olarak da ikinci bir hata yapmak korkusuydu. Yani öyle diyordu.

Hata yapmak, çok gündelik bir eylemdi oysa. Sıradandı hepimiz için ama bunu çok sonra öğrendik. Çünkü biz, yani bir çoğumuz hatasız, kusursuz yaşamaya şartlandırılmıştık. Eteklerini örterek oturan, erkeklerin gözünün içine bakmadan büyütülen kız çocuklarıydık.  Onun içindi sanırım, kırklı yaşlarımızı sürerken en küçük bir tökezlemede kendi ipimizi kendimizin çekmesi. Ve bir tesbih böceği gibi içimize kapanmamız…

İçimizde en inançlı olan da Fulya’ydı. Sanıyorum diğerlerimiz onun duaları ile yetiniyorduk. Allah’la arasında ona iyi geldiğini söyleyen farklı bir bağ kuruyor, ona sık sık teşekkür ediyor, arada da namaz kılıyordu. Bu konuyla ilgili ne düşündüğümü bildiği için bir araya geldiğimizde farklı şeyler konuşuyor, suya sabuna fazla dokunmuyorduk. İkimiz de nerede duracağımızı biliyor ve seçimlerimize saygı duyuyorduk. Benim için önemli olan Fulya’nın kendisini iyi hissetmesiydi. Ruhuna dokunan şey ister bir müzik notası olsun, ister bir resim boyası olsun, ister Tanrı’nın eli olsun, farketmiyordu. O iyi olsun yetiyordu…

Yıllar önceleri daha çok şey paylaşmamıza rağmen, son birkaç yıldır seyrekleşmişti buluşmalarımız. Bunda o gün, onun balkonunda otururken yaptığımız yüzleşmenin etkisi vardı, biliyordum, biliyorduk. Tadındaki ekşimeyi ikimizin de farkettiği ama ya onun ya benim çöpe atmadığımız, büyük olasılıkla bu işi birbirimize bıraktığımız buzdolabında unutulmuş yemek gibiydi dostluğumuz. Havada kötü bir koku vardı ama biz o yemeği emek emek birlikte yapmıştık. Kıyamıyorduk.

“Biri var” dedi kahvemizi içerken. Sonra yüzüme baktı, ifademe… Şaşırmadım. Uzun zamandır düşünceli halinden anlıyor ama “Neyin var?” diye sormuyordum. Kendisinin anlatmasını bekliyordum. Çünkü Fulya’yı tanıyordum, sorsam da o anlatmaya hazır olduğu zaman anlatacaktı.
“Eee… “ dedim, “Anlatacak mısın, yoksa soru cevap mı gidelim?”
Sol başparmağıyla fincanın kenarında kalan kahveyi alıp yaladı. Sonra fincanı tabağa ters çevirip bir iki kez döndürdükten sonra masanın üzerine bıraktı.
“Anlatacak bir şey yok aslında” dedi umutsuzca, “Adam evli ve ben aşık oldum”
Yine bir “Eee…” dedim. Sinirlendi bu kez.
“Anlamadın galiba!” dedi biraz sesini yükselterek, “adam evli dedim”
“Duydum!” dedim. Bu kez ben yükselttim sesimi. “Anlamadığım şu, sorun olan adamın evli olması mı, yoksa senin doğrularını, tabularını, kurallarını, ahlak yargılarını allak bullak etmesi mi?”
“Böyle bir şeyin benim başıma geleceğini ölsem düşünmezdim.”
“Niye düşünmezdin Fulya? Biz hata yaparız sen yapmazsın, biz olmayacak insanlara aşık oluruz, sen aslaaa olmazsın, biz kontrolümüzü kaybederiz ama sen etmezsin, biz sarhoş oluruz ama sen ayarında içersin, biz duygularımızın peşinden gideriz ama senin boyundan büyük mantığın vardır… Bu mu? Bu meziyetlerin hepsi sende var diye mi senin başına gelmezdi Fulya? Hatırlıyor musun bana yıllar önce balkonda söylediklerini?”
“Hatırlıyorum”
“Büyük konuşmamak lazımmış demek ki…” dedim sesimdeki imayı gizlemeden.
“Zaten onun için bunu sana anlatıyorum” dedi, “Belki yüzleşirim geçmişle”
“Geçmişle ilgili konuşmak istemiyorum Fulya… Şimdi sen anlat bakayım şunu en baştan, kim bu adam, nerede tanıştınız, ne zamandır görüşüyorsunuz?”
“Kim olduğunu söyleyemem sana. Tanıyorsun çünkü,”
“Tanıyor muyum?”
“Evet tanıyorsun. Zaten en kısa zamanda bitireceğim. Yani bitirmem lazım.”
“Bitir o zaman Fulya!” dedim sesimi kontrol etmeye çalışmadan yıllar önce onun bana söylediği gibi. Aynı cümleyle, ama aynı kabalıkla değil.
Aklımdan bir yığın isim, bir o kadar da yüz geçti. Herkes olabilirdi.
 “Kul kınadığını yaşamadan ölmezmiş” dedim Fulya’ya, hesabı ödeyip kalktık.

“Sen de artık şu adamı unutsan iyi edersin” dedi yürürken, kendi suçluluk duygusunu bastırır gibi.
“Hangi adamı?” dedim.
“Ne bileyim ben hangi adamı? Bana mı soruyorsun? Hepimizden sır gibi sakladığın, onun yüzünden bu yaşına kadar evlenmeyip gelen tüm teklifleri geri çevirdiğin adamı” dedi. “Yok öyle bir adam” dedim. Yoktu öyle bir adam… Yıllar önce üniversite sıralarında, bana başka birine aşık olduğunu söylediğinde, aklımın tavanarasına yerleşmiş ve orada unutulmuştu…

Gece yarısı telefon ile uyandım. Fulya’nın eski eşi Atahan’dı arayan. Ağlıyordu.

YAĞMUR.

Eşyalarını yerleştirdik. “Fırını ben silerim, sen hiç uğraşma” dedi Yağmur elimdeki beze uzanırken.
“Belki de haksızlık ediyorsundur” diye bir şey geveledim, duymazdan geldi. Yanıtlamadı.
“Banyodaki dolaptan bana deterjan getirsene” dedi. Duyduğunu anladım. Üstelemedim.

Kapı çaldı. “Ben bakarım” dedim. Gelen Ilgın’dı. Yiyecek bir şeyler almış. Masaya hazırladı. “Bir çay koyun bari, bunlar kuru kuru yenmez” dedi, sanki o an en önemli şey kakaolu kekin muhteşem kabarmış olmasıydı. “Ben bu işi biliyorum kızlar” dedi sesine neşeli bir maske takarak. Yüzüme baktı, sesindeki maskeyi bir anlığına çıkartıp “Kararlı mı?” dedi. Başımı salladım.

“Yağmur, gel otur biraz da konuşalım” dedi.
“Konuşacak bir şey yok kızlar, konuştuk defalarca… Sonuç aynı. Sonuç değişmiyor. Neyi konuşacağız?” diye sordu Yağmur tertemiz olmuş fırını hala ovmaya çalışırken. Arada burnunu çekiyordu. Biz gelmeden önce ağladığı belliydi.
“Bırak şu bezi elinden artık! Kırkladın her yeri tamam, arındın kirinden, pasından” dedim.
Bırakmadı. “Çay koyamam şimdi, ocağı siliyorum, dolaptan meyve suyu alın” dedi yüzümüze bakmadan.  
“Bi siktirin gidin, beni yalnız bırakın deseydin daha iyiydi kızım ya…” dedim.
“Bi siktirin gidin o zaman, beni yalnız bırakın!” dedi azarlar gibi.

Ilgın kekleri dilimlemiş, tabaklara servis yapmıştı. Kalktım dolaptan meyve suyu çıkartıp bardaklarımıza doldurdum.

“Sahiden büyütüyorsun Ilgın” dedim. “Adamın iş arkadaşı, üstelik bizim de arkadaşımız. Yok aramızda bir şey diyor adam işte,  Fuat yok diyorsa yoktur.”
Elindeki bezi tezgahın üzerine fırlatıp avaz avaz ağlamaya başladı.
“Siz beni anlamak istemiyorsunuz galiba” dedi kendisine ait olmayan bir sesle. “Fuat’ın cep telefonunda mesajları gördüm. Üstelik sabaha kadar internetten yazışıyorlar. Bunu yeni mi anladım sanıyorsunuz, uzun zamandır biliyordum. Sadece bekledim. Gözümle gördüm mesajı, daha ne? İnsanda biraz onur olur canım.,, Çok şükür o da bende hala var…”

Kekin büyük bir parçası çatalımdan halının üzerine düştü. Ilgın’la ikimiz aynı anda yerde dağılan kek parçalarını toplamaya çalıştık vakit kazanmak için.

“Biz seni anlıyoruz Yağmur’cuğum. Sadece yalnız yaşamak o kadar da kolay değil onu demeye çalışıyoruz. Sana bir daha düşün diyoruz. Ani karar verip, birkaç parça alıp çıktın evden. Yatacak yatağın, kanepen bile yok. Nerede uyuyacaksın? Bize gel bari, yalnız kalma ilk akşamdan”
“Ya sonra ne yapacağım? Her akşam birinizde mi kalacağım? Ömrümün sonuna kadar böyle mi yaşayacağım? Kızlar saçmalamayın Allahaşkına ya! Tamam, beni düşündünüz, geldiniz, sağolun, ama gerçekten artık bu konuda konuşmak istemiyorum.”
“Çok zorlanacaksın. Aldığın üç beş kuruş kuruşla geçinebilecek misin? Bak bu evin kirası olacak, elektrik, suyu, telefonu olacak. Üstelik hala seviyorsun Fuat’ı. Bunu hepimiz biliyoruz. Bunun onurla, gururla ne ilgisi var?”
“İlgisi yok mu?” diye bağırdı Yağmur salonunun ortasına gelip. “Sahi onurla gururla hiç mi ilgisi yok şu yaptığımın? Kocamın telefonuna aşk mesajları geliyor, ben aradan çekileyim, sen aşkını istediğin gibi yaşa diyorum. Peki o zaman ben buna gurur yaptım diyeyim, siz fedakarlık deyin!”

“Fuat seni seviyor, bir anlık bir boşluktur bu eminim” diye alttan almaya çalışan Ilgın’ı Yağmur susturdu. “Ben aynı şeyi yapsaydım Fuat beni affeder miydi peki?” dedi. “Benim telefonumda aşk mesajları görseydi o ne yapardı, niye susuyorsunuz arkadaşlar, konuşmak isteyen siz değil miydiniz, e hadi, biriniz cevap versin!”

“Sen ilaçlarını içiyor musun Yağmur?”
“Deli ilaçlarımı mı? İçiyorum tabii… Yoksa nasıl bu kadar sakin olabilirim değil mi? Yoksa kendimi yedinci kattan aşağıya atmadan, o Allah’ın cezası herifi hayatının sonuna kadar vicdan azabına mahkum etmeden  nasıl durabilirim değil mi? Antidepresan içmeden olur mu hiç, olmaz.,,”
“Off Fulya ya…İyice saçmalıyorsun kızım sen. Tamam anladık, iyisin ama bu gece gelip ben de kalıyorsun itiraz da istemiyorum. Bırak elinden şu bezi de giyin, çıkalım hadi…”
“Ben bir yere gelmiyorum. Burası benim evim ve bu geceyi evimde geçireceğim. Hem de içerek ve yeni hayatımı yalnız kutlayarak…”
“O zaman biz de kalalım seninle.. Fena mı, birlikte zıkkımlanırız işte…”
“Bi siktirin gidin kızlar…” dedi Yağmur kapıyı gösterirken.

Yağmur’u yeni evinde elinde bezle bırakıp çıktığımızda hava kararmaya başlamıştı. Köşedeki ilkokulda son ders zili çalar çalmaz sokağa fırlayan aceleci iki oğlan çocuğu yanımızdan geçti. Durakta ayrıldık Ilgın’la.

Yağmur’u düşündüm otobüste. Fuat’ın gözlerinin içine bakan, ağzından çıkan bir sözle kulu kölesi olan, kocasının bir dediğini iki etmeyen Yağmur’u… Bu gece onu yalnız bırakmakla hata mı ettik acaba?


AYSEL
“Biraz dışarıya çıkabilir misiniz?” dedi hemşire, elindeki dosyayı Aysel’in yatak ucuna bırakırken. Çıktık. Dışarıdaki beyaz plastik sandalyeye Aysel’in eşi, kızı ve annesi ile oturdum. “Siz gidin artık” dedim, “Nöbet sırası bende…”
“Hemşire çıksın, Aysel’i görelim de öyle gidelim bari” dedi Zülfiye teyze. Haluk yorgun görünüyordu. Sakalları uzamış, gözlerinin altı çökmüştü. Üniversitede finallere hazırlanırken de böyle görünürdü.

“Gel kantine gidelim, bir çay ısmarla bana hemşire çıkana kadar” dedim. İtiraz etmeden kalkıp yürüdü. Ufaklık elindeki bez bebeğe dalmıştı Allah’tan, yoksa annesi hastanede yatmaya başladığından beri babasını bir dakika olsun bırakmak istemiyordu.

İki kat aşağıya inmek için hasta asansörünü bekledik. “Boş ver, yürüyerek inelim” dedi Haluk merdivenlere yönelirken. Yanımızdan, kolundaki seruma bağlı iğnenin üstüne baş parmağıyla bastıran genç bir adam geçti. Yüzündeki kemikler dışarıdan görünebilecek kadar saydamlaşmıştı derisi. Ayağındaki ucuz terlikleri sürüyerek koridorun soluna döndü. Haluk, “Onkoloji servisinde hasta olup yatmana gerek yok, kime baksa morali bozuluyor insanın. Sağlam giren kanser olup çıkar buradan” dedi.
“Aysel sağlam çıkacak, göreceksin” dedim. İnanmadı. Ben de inanmadım.
“O gidiyor” dedi. “O gidiyor ve ben onsuz ne yapacağımı bilmiyorum”
Ne diyeceğimi bulamadığım için sustum.

Aysel ve Haluk’la üniversiteden beri birlikteydik. Neredeyse tüm tatillere birlikte çıkar, haftada bir iki akşamımızı birlikte geçirirdik. İkisi aşık olduklarında Haluk ilk bana söylemişti bunu. “Aysel’le bir konuşur musun?” demişti. Konuşmuştum. Havalara uçmuştu Aysel. Nikah şahitliklerini yaptım ve çocuklarının ismini ben koydum. Bunlar yıllar yıllar önceydi…

Haluk’un pencere camına vuran aksini gördüm, içim acıdı. Boş gözlerle yan masadaki çizgili mavi pijamalı yaşlı adamı izliyordu. “Şeker istiyor musun?” diye sordum. Bir tane aldı, çayına attı ve tahta çubukla yalandan şöyle bir karıştırdı.
“Ne kadar zayıfladı baksana. Artık ağrıları morfinsiz dinmiyor. Çok zamanı kalmadı. İyi ki yanındasınız. Hiç biriniz onu yalnız bırakmadı. Geçen gün de Fulya geldi, kaldı sağ olsun. Annesi kalp hastası biliyorsun, ben de kızı bırakamıyorum. Siz olmasanız ne yapardık?”

“Bunları konuşmaya bile değmez Haluk. Biz arkadaşız. Aysel için her şeyi yaparız. Tabii yanında olacağız. İçimizden birine bir şey olsaydı eminim o da hastanede başımızda beklerdi. Ama iyileşecek, inan bana bak, zaten birkaç günden beri daha az ağrım var diyor, sen kendine iyi bak, kızının şu günlerde sana çok ihtiyacı var”
“Biliyorum, onun için ayakta durmaya çalışıyorum zaten. Çok küçük. Ona nasıl anlatacağım ben annesinin gidişini?”

Haluk’u ağlarken görmemek için kalkıp bir çay daha aldım kendime. Ağlama demek, üzülme demek şu an söylenebilecek en gereksiz sözcüklerdi çünkü. Söylemedim.

Ben odaya gittiğimde hemşirenin işi bitmişti. Ufaklık Zülfiye Teyze’nin dizinde uyumuş kalmıştı. Haluk geldi az sonra. “Biz gidelim anne” dedi çocuğu kucaklarken. Aysel’i öptü, “Sabah erken gelemem, bir toplantım var, öğlene doğru gelirim bir tanem” dedi.  

Onlar gittikten sonra yatağın kenarı oturup,  “Ağrın geçti mi?” dedim sırf bir şey demek için. “Geçti geçti şükür. Hazır ağrım yokken biraz uyuyayım” dedi. “Sana şiir okumamı ister misin?” dedim, güldü. “Oku bakalım” dedi. Başucundaki kitapların içinde en sevdiği şairin kitabını aralayıp rastgele bir şiiri okumaya başladım. Üçüncü satırda uyudu. Ben Turgut Uyar’ın omuzunda sabaha kadar ağladım.  

YEŞİM

“Kalabalığı hiç umursamadan her hafta sonu bu alışveriş merkezine gelmekten ne anlıyorsun Allahaşkına?” dedim Yeşim’in elindeki poşetlere bakarken.
“Senin şu alışveriş fobin de beni öldürüyor” dedi o meşhur şuh kahkahasını atarak. “Kızım, çıkar artık kıçından şu kotu, ayağındaki asker postallarını da azıcık kadın ol kadın! Bunca zaman koca bulamamana şaşmamak lazım. Öğretemedik ki sana kadın olmayı… Tabii suç bizde, elinden tutup sokacağız seni mağazaya, nerede leopar desenli kıyafetler var, alacağız sana, giydireceğiz şöyle bir tepeden tırnağa, bir de makyaj yapacağız… Bak bakalım içimizde en güzel kimmiş o zaman?”
“Benim güzel olmak gibi bir kaygım yok ki Yeşim ya… Ben senin yürüdüğün o topuklularla bırak alışveriş merkezi gezmeyi, evin içinde bile yürüyemem.”
“Tamam, sen yürüme, giy postallarını öyle gez evin içinde rahat rahat. Ama yalnızlıktan da hiç şikayet etmeyeceksin o zaman, kusura bakma… “
“Şikayet mi ediyorum kızım? Ben memnunum yalnızlıktan”
“Sen öyle san, hadi bizi kandırıyorsun, bari kendini kandırma. Gel şuraya da girelim, bakar mısın iç çamaşırlarının güzelliğine…”
“Sakın bana bunları giydiğini söyleme.”
“Giyiyorum tabii, niye giymeyecek mişim? Erkek milleti sever kızım böyle şeyleri, elinizdeki tutmayı bilmiyorsunuz adamları, sonra gidince ah vah çekiyorsunuz…”
O önde ben arkada mağazaya girdik Yeşim’le. O gün daha kaç vitrin baktık, kaç dükkan gezdik hatırlamıyorum. Nefret ediyordum onunla alışverişe çıkmaktan. Ne zevklerimiz uyuşuyordu ne tarzımız… Doğru bildiklerini olduğu gibi çekinmeden söyleyen, çoğu zaman açık sözlülükle patavatsızlığı birbirine karıştıran biriydi Yeşim. Ama hepimiz onu böyle kabul etmiştik ve hiçbir söylediğine alınmıyorduk. Çünkü biliyorduk, yüreği çok temizdi. Hangimizin ihtiyacı olsa hiç düşünmeden çıkar gelir, elinden ne geliyorsa yapardı.

On iki yıllık evliydi Kerim’le. Çocukları olmamış, bir tüp bebek denemeleri de tutmamıştı. Bir kez daha denemeye karar verdiklerinde Amerika’da yaşayan kız kardeşi “Buraya gel, burada çok iyi doktor arkadaşlarım var” demiş ve yanına çağırmıştı. Kerim’e hala deliler gibi aşık olduğunu her fırsatta söyleyen Yeşim’i bir kez bile mutsuz görmemiştik. Anne olmayı  çok istediğini biliyorduk ama bunu bile “dünya yıkıldı, altında kaldım” şeklinde yaşamıyor, “Ben umudumu kaybetmedim kızlar, bir gün kız annesi olacağım, sizler de ona teyzelik yapacaksınız. Şanslı olacak benim kızım, düşünsenize altı tane teyzesi olacak” diyordu.

Sakin bir adamdı Kerim. Bir şirkette genel müdürlük yapıyordu. Kalan tüm zamanını Yeşim’e ayırıyor, haftasonları yaptıkları küçük tatillerde de Yeşim’in bir dediğini iki etmiyordu.

“Bahçeye masayı hazırladık, geliyorsun değil mi?”
“Alemsiniz vallahi, kızım iki gün sonra yola çıkıyorum, bıraksanız da şu son iki günümü kocamla başbaşa geçirsem… Belki onca saat yolu gitmeme gerek kalmaz” Kahkahası telefonun ahizesinden süzülüp odayı doldurdu. Çok tanıdık olduğumuz o kahkaha bizi de güldürdü.
“Tamam tamam, anlaşıldı, yarın akşamı size bağışlıyoruz. Ama bu akşam senin Amerika maceran şerefine düzenlendi. Sensiz içmeyeceğiz biliyorsun değil mi?”
“Elbette  içmeyeceksiniz. Sizi kendimden mahrum eder miyim? Yarım saate oradayım, siz başlayın…”
“Kerim mi bırakacak seni?”
“Hayır, arabayla geleceğim. Kerim’in bu akşam yurtdışından müşterileri ile toplantısı varmış. Sen git dedi.”
“Bu ne cesaret kızım, ehliyeti daha geçen hafta aldın. Bir hafta geçmeden trafiğe çıkıyorsun. Taksiye binip gel bari…”
“Peki anne…” dedi Yeşim, yine aynı kahkahayı kulağımda patlatırken.

Ne zaman ona “az iç, kendine dikkat et, vitamin al” gibi şeyler söylesem, yüzüne o çocuk ifadesini yapıştırıp, sesini inceltip aynı şeyi söylerdi. “Peki anneeee…”

Bu kez cezalısın Yeşim… Anne sözü dinlemediğin için cezalısın.

SERRA

“Yine mi toplantıda yakaladım seni?”
“Sorma ya, yurtdışına gönderdiğimiz ürünlerde sorun çıkmış, hepsi geri geldi, onlarla uğraşıyorum sabahtan beri. Geberdim resmen. Kimse işini doğru düzgün yapmıyor ki… Kaç tane adam çalışıyor güya, Herkes aybaşında maaşını almak istiyor, ama kimse iş yapmak istemiyor ne hikmetse…”
“Neyse ben kapatayım o zaman, sen hallet işlerini, sonra konuşuruz…”
“Aysel nasıl oldu, onu da arayamadım birkaç gündür?”
“Biraz daha iyi. Çıktı hastaneden biliyorsun. Bir ara sen de uğrasan iyi olur, geçen akşam hastanede yanında kaldım seni sordu.”
“Biliyorum ya…  İşler güçler derken, ihmal ettim onu da… Giderim yarın akşam falan yanına. İstersen kızları da topla birlikte gidelim.”
“Hep birlikte gitmeyelim kadının başında kalabalık etmeyelim bence, sen uğra, haftasonu da birlikte gideriz, ya da birimizde toplanır, Aysel’i de alırız arabayla…”
“Tamam öyle olsun. Görüşürüz o zaman haftasonu, öptüm seni.”
“Tamam canım, görüşürüz”

Serra tam bir iş kadınıydı. İthalat ihracat yapan çok bildik bir tekstil firmasında genel müdür yardımcısı olarak çalışıyordu yıllardır. Türkiye’nin her yerine mal gönderiyor, tüm işlemlerle neredeyse bizzat ilgileniyor, bu da onu çok fazla yoruyordu. Onun önceliği her zaman işiydi. Çünkü çocukluğunda çalışmanın ve çalışmaktan pes etmemenin bir erdem olduğu ailesi tarafından öğretilmişti ona. Başka şansı yoktu… On yaşında bir oğlu vardı. Sabah ilk olarak oğlunu okula bırakıyor oradan fabrikaya geçiyor ve gece gündüz demeden deli gibi çalışıyordu.

 Eşi Mehmet iki yıldır işsizdi ve sanki bundan hiç şikayeti yoktu. Aksine “Arıyorum ama bu devirde iş bulmak sandığınız kadar kolay değil” diyordu. Çalışmadığı zamanlarda tüm vaktini evine ve oğluna ayırıyor, bizim yoğun ısrarlarımız üzerine de her zaman olmasa da kızlarla toplantılarımıza, yemeklerimize katılmaya çalışıyordu. İlk görünüşte, fizik ya da matematik öğretmeni edasıyla insanlara yaklaşması, tanıştığı kişilerle arasına inceden bir duvar örse bile, bir süre sonra o duvarın tuğlaları kendiliğinden kalkıyor ve Serra’nın sıcak yüzü ortaya çıkıyordu.

İçimizde en yakın olduğu kişi Yeşim’di. Çünkü onlar, hepimizden önce arkadaşlardı.




Mehmet’le evlendiklerinin ertesi günü, yani balayında başlayan cinsel sorunları hızını artırarak sürmüş, artık kemikleşmişti. Serra, Mehmet’e her ne kadar bir evlilik danışmanına gitmeyi önerse de Mehmet her seferinde bu öneriyi reddetmiş, dahası onun bir sorunu olmadığını, eğer ortada bir sorun varsa bunun Serra’dan kaynaklandığını, aslında Serra’nın psikolojik sorunlarını olduğunu umarsızlıkla söylemişti. Serra’nın istediği evlilik bu değildi ve bunu uzun sohbetlerimizde dile getirmekten ve bizimle paylaşmaktan çekinmiyordu. Ama “iş iyi geliyor” diyordu.

“Hafta sonu bende toplanıyoruz.”
“Bu haftasonu mu?”
“Bu haftasonu. Ne oldu, yine mi uygun değilsin patroniçem…”
“Benim iki günlük Van’a gitmem lazım”
“Van nereden çıktı Allahaşkına?”
“Gürcistan’dan bir heyet gelecek ve inan bana ekme şansım yok. Cumartesi adamlarla görüşme yapacağız genel müdür ile. Hayatta ben olmadan iki lafı bir araya getirip konuşamaz biliyorsun. Uçak biletim alındı bile…”
“Ne zaman döneceksin?”
“Pazar akşamı… Hemen kızma ya, ben istemiyor muyum sizlerle olmak? Üstelik Yeşim Amerika’ya gidiyor. Yağmur desen hiç iyi değil. Fulya bir haltlar karıştırıyor, bir şeyden haberim yok, Aysel’in daha çok yanında olmak istiyorum, Ilgın’ı aradım geçen gün sesi berbat geliyordu… Ben de istiyorum sizlerle olmak. Sana söz veriyorum, döndüğümde benim terasta toplanıp bunların acısını çıkartacağız. Siz önümüzdeki hafta sonu kimseye söz vermeyin. Gelir gelmez ayarlayalım, tamam mı?”
“Tamam, anlaşıldı. Sen de biraz zaman ayırsan kendine. Hayat elimizden gidiyor kızım, bak ve gör artık şunu. İnsanlıktan çıktın çalışmaktan. Neyse, sana ne desek boş. Bir kulağından giriyor, diğerinden çıkıyor zaten. Nerede kalacaksın?”
“Otelde…”
“Dikkat et kendine. İyi yolculuklar sana…”
“Sağol canım. Siz de iyi bakın kendinize. Kızları da öp benim için.”

Van’daki deprem haberini o Pazar sabahı televizyon duydum. Serra’nın nerede olduğuna dair en küçük bir bilgim yoktu.

…………………………..

Cenaze çıkışı eve geldim. Elimin, kolumun biri yok. Nefesim yarım. İçimde bir çığlık var ve o çığlık, sevmediğim bir yemeğin son lokması gibi içimde gittikçe büyüyor. Ne yutabiliyor, ne çıkartabiliyorum. Ağzım sımsıkı kapalı. Ölümü sindirmeye çalışmak böyle bir şey olsa gerek. Bir kez daha yut-kun-sam. Beceremiyorum, ölüm gibi bir lokma benim için fazla büyük ve acı. Yu-ta-mı-yorum.
Sadece uyumak istiyorum. Bugünü, cenaze törenini, duaları, toprak kokusunu, taşların üzerindeki isimleri, tarihleri, toprak saksılardaki çoktan solmuş kır çiçeklerini, siyah giysileri, kocaman gözlükleri, onun yokluğunu, onunla ilgili anıları her şeyi ama her şeyi unutmak için uyumak istiyorum. Giysilerimi çıkarmak bile istemiyorum. Ayakkabılarımın üzerinde toprak artıkları…

Yatak,  acımı sevecen bir sevgili gibi sarıp sarmala… Beni uyut, beni arındır…

Uykumdan boğazımda aynı düğümle uyandım. Mutfağa gidip su içtim. Telefonum çaldı. Açmadım.

Salona geçip kitaplıktaki fotoğrafa baktım. Fulya, Ilgın, Yağmur, Aysel, Yeşim, Serra ve ben bir masanın etrafında toplanmışız. Hepimizin yüzünde kocaman bir gülümseme. Üzerimizde şile bezi elbiseler, ayağımızda parmak arası terlikler, bronz tenimizde turkuaz bir akşam ışıldıyor. Mutluyuz ‘her şeye rağmen…

Kapı çaldı. Tekrar çaldı, tekrar çaldı.  Fotoğrafı kitaplığa bırakıp, ayaklarımı sürüyerek gidip kapıyı açtım. Kızlar geldi. Bir eksikle… Ortadaki sehpanın üzerine bıraktıkları poşetleri mutfağa götürdüm. İçeriden Neşet Ertaş’ın sesi geldi.

Buzdolabından buz çıkartırken Zahide’nin hikayesini hatırladım birden. Sahiden acıklıydı.

DİLEK KARAGÜLLE
15.KASIM.2012, İZMİR