Her şey geride kalıyor. Tersine akan bir yol. Yolun ucunda
bir ev. Evde bir oda. Odada bir koku. Kokuda bir adam. Adamda bir kadın.
Kadında bir şehir. Şehirde bir çocuk. Çocukta bir tebessüm. Geride kalıyor.
Bir fotoğraf çekti kadın.
Yuvarlak bir masa. Beyaz, bez kendinden desenli bir örtüsü
var. Masanın etrafında altı kişi. Üçü kadın, üçü erkek… İki çift evli, diğer
çift sevgili. Keyifliler. Kadınlardan birinin saçları “Hair” filmini
anımsatıyor. Saçlarını iki yandan örmüş, alnından dolamış. Uzun bir etek
üzerinde. Renkli bir etek. Yakışmış. Annemin söylemiyle “İki söyleyip bir
gülüyorlar” Henüz kimse ölmemiş demek ki” diye geçiriyor içinden fotoğraf çeken
kadın. Şanslılar diyor yine içinden…
Bu fotoğrafı sevmedi kadın. Başka bir fotoğraf çekti.
Çiçekli bir kanepe. 70’li yaşlarını süren bir kadın rakı
içiyor o kanepede oturmuş. Sürekli kuru ekmek atıyor ağzına. Neşeli. Fazla
neşeli. Karşısında 35’li yaşlarında güzel gülümseyen bir adam. Üzerindeki
montun kapüşonunu başına geçirmiş. Montun üzerinde büyük harflerle NY yazıyor.
Çok sigara içiyor adam. Ama yakışıyor eline sigara, öyle emanet gibi durmuyor.
Masaya ıslak burnunu uzatan sokak köpeklerini besliyor sağ eliyle. Köpekler
mutlu oluyor. Aynı masada bir başka kadın. Sarışın. Boynunun alt tarafında çiçek
motifli iri bir dövme var. Yaşı tahmin edilmiyor pek. Kafa dengi denecek tarzda
biri. Kadın deklanşöre basıyor bir kez daha.
Başka bir fotoğraf
daha çekiyor kadın.
Teknelerin, “burası güvenli buraya sığınayım” dedikleri
küçücük bir liman. Yarı yosunlu ipleri denizin içinde balıklara oyun alanı
olmuş. Teknelerin üzerine çeşit çeşit isimler. Yerlerde sigara izmaritleri.
Karşıdan bir balıkçı geliyor, erken kavrulmuş teni. Aynı renkte bir sokak
köpeği yanında. Köpek ıslanmış tüylerini yalıyor arada. Adamın elinde bir sopa,
baston olarak kullanıyor. Gülümsemiyor adam. Tenha deniz kasabalarında yaz
gelmeye başladığında kalabalıklaşan kalabalığı sevmiyor belli ki… Kadının
yanından geçip gidiyor. Deklanşöre tam o anda basıyor kadın.
Bir fotoğraf daha…
Kadının yıllar önceden tanıştığı uçuk kaçık bir kadın. 50
yaşlarında. Üzerinde salaş giysiler. Oturmuş bir masanın arkasında zevksiz
takılar yapıp satıyor. Yurt dışında bir sevgilisi var, on dört yıldır
beraberler, onunla telefonda konuşuyor aşkım diye diye. Neşeli gözlükleri var,
kırmızı. Bileklerinde çok renkli bileklikler. Boynunda üzgün balıklı bir kolye.
Kaşlarını epeydir almamış, göz kapaklarına kadar inmiş seyrek kaşları.
Saçlarını arkadan bir fularla toplamış, boyasız, olduğu gibi duruyor öyle beyazları
onu daha yaşlı gösteriyor. Doğal konuşuyor, arada küfürler ediyor, küfürlerin
hepsi fotoğraf karesinde görüntü kirliliği gibi duruyor. Ama asla eğreti
durmuyor. Seviyor kadın bu kareyi. Sıcak akşamüzeri renkleri olduğundan daha
samimi gösteriyor sohbeti.
Karşı adanın da fotoğrafını çekiyor kadın.
Gece siyahlarını giyinip denizle kırıştıran, gün ağardığında
ise tüm giysilerinden soyunup kasabanın karşısına utanmazca dikilen o adanın da
fotoğrafını çekiyor. “Gece olduğunda ışıklandırsalar ya şu adayı, buradan
izlemek ne güzel olurdu” diyen çok uzaklarda kalmış bir adamın flu cümlesini
hatırlıyor kadın. Duymazdan geliyor canını acıtmak isteyen kötü niyetli anıyı.
Duymuyor. Sadece deklanşörün sesini duyuyor. Çıkırrrtttt….
Bu fotoğraf eksik…
Motosikletini park ediyor adam, kaskını koltuk altına alıp
kadının yan masasına oturuyor. Sigarasını çıkartıyor. Kadın fotoğraf makinesine
yelteniyor, vazgeçiyor, bekliyor. Adamla göz göze geliyor. Adam gülümsüyor
gibi, belki de kadına öyle geliyor. Sevimli biri, yüzünde özgürlüğe yakın duran
izler var. Arkadaşları sesleniyor uzaktan, kalkıp yanlarına gidip ayaküstü
sohbet ediyor, geri dönüyor. Rakının kapağını açıyor, bardağına dolduruyor,
birkaç parça buz istiyor. Birden vazgeçiyor kadın bu karenin fotoğrafını
çekmekten, kapatıyor makineyi, koyuyor çantasına.
Balık tutan kısa saçlı kadına çeviriyor objektifi sonra.
Ekmeği iğnelere saklıyor kısa saçlı kadın. “Yazık
hayvanlara, dünya böyle işte…” diye söyleniyor duyulur duyulmaz. Bir zanaatkar
kadar ustaca gizliyor parlak iğneleri. Geliyor oltaya en yakın masaya oturuyor.
Kahvesinden bir yudum çekiyor, gözü misinanın ucunda. Misina rüzgarda dans eder gibi kıpırdıyor.
Deniz görüyor, kara görmüyor o dansı. Dalgalar alkış tutuyor, dans hızlanıyor,
hızlanıyor… Kadın kalkıyor yerinden, çevik bir hareketle asılıyor oltaya.
Ucunda gümüş balık… Kadın balığa bakıyor, balık kadına bakıyor. Balık ölüyor,
kadın diriliyor, fotoğraf birikiyor…
Dönüyor kadın…
Yol bitiyor. Aynı ev. Evde bir oda. Odayı kokluyor kadın.
Koku açık pencereden gitmiş. Seviniyor. Basıyor deklanşöre, yalnızlığın
fotoğrafını çekiyor. Sonra daha da koyultuyor renkleri, ıssızlığın fotoğrafını
çekiyor.
Bütün bunları çıkartıyor fotoğraf makinesinin içinden kadın,
bir yazıya yüklüyor. Arada bir çıkartıp albüme bakmak için. Sonra o yazıyı
tavanarasına kaldırıyor. Tozlanmaya bırakıyor. Bir gün belki çıkartıp bakmak ve
tozunu almak için…
/////////////
Ey hayat!
Bana nerede kaldığımı hatırlat!
2013, 27-28 nisan Karaburun….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder