6 Aralık 2011 Salı
Oy... Madımak.
Çabuk unutuyoruz.
Artık umursamıyoruz.
Uyuştu(ruldu)k.
Genlerimizde mi var bu unutkanlık/umursamazlık?
Nesilden nesile aktarılan çaresiz bir hastalık gibi yaşananları/yaşadıklarımızı unutuyoruz.
Her şey oluyor bitiyor, canımız yanıyor, uykularımız kaçıyor.
Önce avaz avaz bağırıyoruz, sonra kısılıyor sesimiz gitgide, çığlıklarımız tek düze kendi kendine konuşmalara dönüşüyor. Evimize gidip uyuyor ve ertesi gün 'nerede kalmıştık?' deyip uyanıyoruz yeni bir sabaha.
Dünde kalıyor 'daha dün gibi' dediğimiz şeyler.
17 Ağustos depremi dünde kaldı... Bir çoğumuz için Van da öyle... Kürekle insan cesedi topladığımız o an'ı, binlerce insanımızı unuttuk, önlem hala yok.
İş merkezlerinin bombalanması, aydın suikastları dünde kaldı...
"Vurulduk ey halkım, unutma bizi"yi sadece türkü olarak dinliyoruz, unuttuk demeye dilimiz varmıyor. Dink'i güvercin beyazlığına uğurladık, içimizden kuşlar göçmedi hala.
Gencecik insanları trafik kazalarında, kavşaklarda, mıcırlı yollarda bıraktık.
İş kazaları, maden göçükleri dünde kaldı...
İnsanlar para kazanmak uğruna ölüme bile bile gidiyorlar arkadaşları gibi...
Töre cinayetlerini, sadece bir kadın daha sokak ortasında 'en küçük kardeşi' tarafından kurşunlandığında hatırlıyoruz. Güldünya'yı unuttuk, Songül'ü, A.P'yi, K.İ'yi, N.Ç'yi ve diğer kızlarımızı/kadınlarımızı 8 Mart'ta anıyoruz.
Çernobil dünde kaldı...
Kazım Koyuncu'nun, "Şair Ceketli Çocuk"un türkülerini unuttuk, Karadeniz'in gerçekten 'kara bağladığı' günleri de...
Madımak'ı unuttuk, Madımak'ı... Madımak'ta hayvanlar gibi sıkıştırılarak diri diri yakılan/katledilen 'can'ları unuttuk, unutmaya yüz tuttuk. Birkaç kırmızı karanfil, birkaç şiir, biraz türkü yine de iyi geliyor 2 Temmuz'larda. Oysa, daha düne kadar 3 Temmuz'da "Kebapçı"ya gidiyordu insanlar öğle yemeğinde çocuklarıyla.
Madımak'ta kıstırıldığı odada kurtulma planları yapıyordu 12 yaşındaki Koray, izlediği polisiye filmlerden gördüğü birkaç sahneden çalıntı fikirleriyle.
Metin Altınok, artık her şeyin bittiğini anlayıp otelin merdivenine çöktüğünde aklından belki de şu mısralar geçiyordu; "Uzandım usulca cigarama/ Yavan ömrüme katık /Ben o gün öldüm gülüm/ Bir daha ölmem artık..." Şiir kitabının kapağındaki isli/sisli/ucu yanık bir fotoğrafta gülümsüyor artık.
Hasret Gültekin, ardında bıraktığı kadını ve oğlunu düşünüyordu, belki de soruyordu kendi kendine; "Bu insanlar türkü sevmiyor mu? Türküler yanar mı?" diye...
Ve diğerlerini, diğerlerini
Hepsini unuttuk.
***
Birkaç yerde cılız sesler çıksa da, "küllerinden doğacaklar", "unutmadık, unutturmayacağız" sloganları atılsa da yetmiyor. Her şey daha kötüye giderek, üstelik acımasızca devam ediyor. Kalemler bıraktırılıyor, dizeler ve türküler yarım kalıyor, çocuklar gidiyor
Oysa herkes biliyor aslında; sessiz kalmak suça ortak olmaktır biraz da...
İçimden hep aynı şarkının, aynı nakaratını söylüyorum günlerdir: "Bi'şey yapmalı, Bi'şey yapmalı..."
[2/7/2009]
28 Kasım 2011 Pazartesi
Kent telaşları
İzmir’de sabahlar, masum
bir yüzün dudağının kıyısındaki gülümseme gibi durur Kordon’da... Muzip ve
garip bir çekiciliği vardır o gülümsemenin. Farkında olmadan Günaydın’ınıza
ortak ettiğiniz çayla şekerin buluşmasıdır çoğu kez. Bu kentte daha sıkı
dostlukları vardır boyoz ve karabiberi bol yumurtanın; sevenleri bilirler
tiryakiliktir bu tad. Pasaportta yapılan kahvaltı Cemal Süreya’yı haklı
çıkartır türdendir: “Yemek yemek hakkında ne düşünürsünüz bilmem ama
kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”
Yudumlanan çaya karışır
iyot kokusu. Yolcu vapurları uzaktan görünür, usulca sokulur ve iplerini teslim
eder telaşlı çımacıya, böylece yürekten bağlanır kıyıya. Gündelik kaygılarına,
akşamdan kalma düşleriyle birkaç adımda geçen insanları taşımanın yorgunluğuyla
İzmir’e doğru gerinir köhne vapurlar. Karşıyaka’dan içine çektiği derin nefesi,
Pasaport’ta bırakır. Dağılır insanlar evrak masalarına, iki yüzlü sohbetlerine,
illaki kesin sınırlarla belirlediği iş ortamlarına, teknolojinin tuşlarına.
En çok sevgililer
bilirler, bu kentin martıları dedikoducudur. Belki de bu yüzden konuşup, el ele
tutuşmaktansa denizi sessizce seyretmeyi seçer sevgililer içlerinden birkaç
dizeyi dua gibi tekrarla tekrarlaya.
“martılar,
kıyıdan
hikayemize bulaşan kırıntılarımızı avlayarak,
'insan'
denen adaya ilikleniyordu.
Biz, günün
ter u taze saatinde,
kendimizi uzun yolculuklara çıkabilecek hafiflikte hissediyorduk.”
“Deniz’i
olan kentlerin insanları, denizi olmayan kentlerin insanlarından daha şanslıdır”
diyor kendisine yazar demeyen bir yazar. “çünkü deniz, çekip gidebilme
özgürlüğünü hissettirir insanlara. Çekip gidebilme özgürlüğünü içinde duyan
insanların ceplerinde sürekli taşıdıkları umutları vardır.” Yüzü maviliklere
dönük bu kentin sokak aralarından umut toplar kirli sokak çocukları. “Rağmen”
uyanırlar güne, yaşları genç olsa da, vapurlar kadar yaşlı bedenlerini kaldırıp
ağaç altlarından, güne geçiverirler bir çırpıda.
Her kentin bir sesi
vardır, en net sabah saatlerinde duyulan... Kulağımızı saat kulesine
dayadığımızda, geçen zamanın sabırsız tik-tak’ları karışır bu sese. Bu kentin
sesi; martıların dedikodularından, sokak çocuklarının kahkahalarından,
vapurların iç çekişlerinden, rüzgarın uğultusundan, telaşlı insanların ayak
seslerinden ve saat kulesinin yelkovan çığlıklarından oluşur.
Ve her
kentin bir kokusu vardır sevgilinin ten kokusu gibidir vazgeçilmez. Başka
kentlerin meydanlarında çarpsa da yüreğimiz, yıllar sonra duyduğumuzda aynı
kokuyu, anılar çimdikler durur inatla. Bu kent; deniz, fesleğen, kekik ve
tarçın kokar
Balkonlarına koyu
makyajlar yapar İzmir’in insanları. Her ne kadar kimisi depo (!) olarak
kullansa da balkonlarını, çoğu sera görüntüsündedir. Begonya, küpeli, canan,
sarmaşık ve sardunyaların her rengine boyarlar saksılarını. Ve yakalarına
yapışan Ağustos sıcaklarından bir an olsun kurtulabilmek için gözlerini
uzaklara ilikleyip serinlemeye çalışır yaşlı kadınlar.
Kordon’da
akşamüzerinden, akşama kızıl bir sedef eşliğinde geçilirken, gül satan çingene
kadınları, nazar boncuğu almanız için ısrar eden kirli yüzlü kız çocukları ve
buzlu bademciler tanıktır en çok masa sohbetlerine. Pasaport’la tüm bağlarını
koparan gemiler Karşıyaka’ya kavuşurken, heyecanlanır martılar. Ve utanır Saat kulesi; kent geceye
yaklaşırken, akrep ile yelkovanın sevişmesine tanıklığından.
Karanlık
gizlemeye çalışırken sokak aralarının yalnızlığı, herkes evlerine dağılırken,
en çok sabahları çay kokularında kalabalıklaşır ve çay kokusunu özler
kentler... Çünkü çaya katık edilen günaydınlar yarınsıllık taşır yüreklerde.
“Yarın” da herşeye rağmen umuttur dillerde...
2003
Aylardan ayaz
Zile bastım. Megafondan düz, kısık bir ses geldi.
“Efendim”
“Açar mısın kapıyı?”
“Kim gönderdi seni buraya?”
“Hiç kimse göndermedi. Kendini iyi hissetmediğini
duydum. Açar mısın kapıyı?”
“Git buradan! İyiyim ben!”
“Tamam iyisin biliyorum. Biraz sohbet etmek
istiyorum. Aç şu kapıyı lütfen! Sadece biraz kalıp gideceğim.”
Apartmanın kapısı açılıyor. Asansöre binip dördüncü
katın düğmesine basıyorum. Dairesinin önüne geldiğimde yeniden basıyorum zile, kapı
aralanıyor.
Üzerinde doğum gününde birlikte aldığımız siyah kazak,
altında da rengi solmuş gri bir eşofman var. Saçlarına belli ki günlerdir su
değmemiş; yağlı, dağınık…Yüzü yaşlanmış gibi. Çekiliyor kapının önünden, salona
yürüyor. Ardından gidiyorum. Oda buz gibi…Yere gelişigüzel attığı minderlerden
birine ilişiyor. Sigara yakıyor. Her yer darmadağınık. Bütün eşyalar
gelişigüzel atılmış. Camlar sımsıkı kapalı. Perdeler çekili. Çay bardaklarının
içindeki izmaritler yüzünden her tarafa sinmiş bir sigara kokusu var odada.
Öyle sinmiş ki günlerce havalandırılsa arınmayacak gibi. Oturduğu yerde ileri
geri sallanıyor usul usul.
“Nasılsın?”
“Nasıl görünüyorum?”
“Kötü görünüyorsun. Kaç günden beri arıyorum
telefonun yanıt vermiyor?”
“Açmıyorum telefonları”
Mutfağa gidiyorum. Bankonun üzeri kirli tabak,
tencere, bardak ve içki şişeleriyle dolu… Çay suyu koyuyorum ocağa…
“Aç mısın?”
“Hayır”
“Ne yedin peki?”
“Hiç bir şey” Yeniden odaya geçip yanına
oturuyorum. Eline dokunuyorum. Aniden çekiyor.
“Sana gelme dedim!” diye bağırıyor aniden.
“Geldim! Buradayım! Artık uzatma tamam mı?”
Perdeleri açmak için doğruluyorum.
“Açma!”
“İçerisi leş gibi! Biraz gün ışığı iyi gelir!”
“Gün ışığı istemiyorum. Seni de istemiyorum. Çek
git hadi!”
“Hayır! Bir yere gitmiyorum! Bana ne olduğunu
anlat”
Gülüyor. Kahkahalarla yoruluncaya kadar gülüyor.
Kalkıp banyoya gidiyorum. Gitmekle kalmak arasındayım. Onu burada böylece bırakmak
istemiyorum. Biraz konuşsa, anlatsa rahatlayacak belki de… Israrla susuyor.
“Bana anlat”
“Anlatacak bişey yok. Ne dememi istiyorsun? ”
“Nasıl anlatacak bir şey yok dersin? “
“Ben galiba deliriyorum değil mi?”
“Bunu da nereden çıkartıyorsun? Sinirlerin bozuk,
yıpratmışsın kendini o kadar. Bişeyler yesen, biraz uyusan her şey yoluna
girecek inan bana… Uyu hadi, ben de ortalığı toparlayayım biraz.”
“Uyumak istemiyorum.”
Daha hızlı sallanıyor artık.
“Biraz beni dinler misin?”
Yüzüme bakıyor yine, bomboş bakıyor.
“Niye geldin? Çizgiyi nasıl geçtiğimi görmek için
mi?”
“Çizgiyi falan geçtiğin yok. İstersen bir doktora
gidelim, birkaç gün ilaç kullanırsın, biter bunların hepsi…Sonra oturur
konuşuruz yeniden. Ne dersin?”
Gülüyor yine. Yanıt vermeden, pencereye doğru
yürüyor. Perdeyi açıyor. Sonra camı aralıyor. Dışarıdaki ayaz içeriye doluyor.
“Ne yapıyorsun?” diye bağırıyorum.
“Korktun mu?” Sesinde haylaz bir gülümseme…
“Neden korktum mu?”
“Kendimi öldüreceğimden tabii”
“Hayır. Öyle bir şey yapmayacağını biliyorum
elbette, niye korkayım ki?”
“Yapmayacağımı nereden biliyorsun? Ben de sen hiç
gitmezsin sanıyordum ama gittin.”
“Saçmalıyorsun! Çay koyuyorum kendime, ister
misin?”
Kapatıyor camı ve az önce kalktığı yere oturup yeniden
sigara yakıyor.
“Gitmeyecektin”
“Anlamadım?”
“Gitmeyecektin dedim!”
“Bu konu hakkında defalarca konuştuk. Nedenlerimi
anlattım sana. Bana hak verdin.”
“Sana hak vermedim, sadece kabullendim.
N’apabilirdim?”
“Yıllar geçti. Niye bunu konuşuyoruz şimdi?”
“Şimdi konuşuyoruz, çünkü yıllar önce konuşmadık”
“Geç oldu. Sen de daha iyi görünüyorsun. Gitmem
lazım”
Belli belirsiz gülümsüyor… Eliyle kapıyı
gösteriyor.
“Tabii… git…git hadi…”
“…Doktora gitmek istemediğinden emin misin?”
Yanıt vermiyor. Eliyle hala kapıyı gösteriyor.
Mantomu giyerken; “bir şeye ihtiyacın olursa ara
beni” diyorum. Başını sallıyor. Sonra sarılıyor sımsıkı. Kulağıma eğilip usulca,
“Uzun zamandır seni sevmiyorum biliyor musun?” diye fısıldıyor. “Biliyorum”
diyorum kapıyı dışarıdan çekerken.
Keskin bir soğuk var dışarıda. Atkımı boynuma
doluyorum. Çocuk parkının yanından geçip otobüs durağına doğru yürürken arkamdan
tiz bir kadın çığlığı duyuyorum önce. Ardından bir koşuşturma, bir telaş, bir
uğultu yaşanıyor aynı anda. Başımı kaldırıp beyaz apartmanın 4.katına
bakıyorum. Açık camdan dışarıya sarkan tül perde nazlı nazlı uçuşuyor
havada.
Otobüs gelip tam önümde duruyor…
Aylardan ayaz…
Uçuk
Sabah.
Saat 10’a geliyor... Bilgisayarımı açtım. Hastayım. Uçuk çıkmış dudaklarımda...
Canım sızlıyor. Ve dahası mutsuzum. Geçer ikisi de.
Ya da geçmez ama ben hasta ve mutsuz olduğumu unuturum gün içinde...
Ne kadar eski mektup varsa okudum.
Sözcüklerin gücüne bir kez daha inandım.
Senin sözcüklerinin bende ki gücüne...
İçim de sızlıyor şimdi hastalığımın ve mutsuzluğumun üstüne.
Geçer.
Geçmese de ben unuturum gün içinde...
Sana yazmak istiyorum yeniden.
Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Yeni bir öykü... Olmaz!
Yeni bir Cin-Sinbad masalı... Fena değil.
Yeni bir iç döküş... Sıradan! Çok sıradan!
Yeni bir merhaba... Iıhh! Sevmedim.
Eski bir merhaba... Ehhh! İdare eder.
Bilmiyorum gerçekten. Ama sana yazmak istiyorum yeniden. Ve yazılarını istiyorum yeniden.
Dün Akşam
Yabancılaştım. Eve yani... Ne balkonun serinliği, ne mutfağın bordosu iyi etmiyor içimi.
Zilin üzerindeki parmak izini, duvardaki el izini, halıdaki ütü izini bırakıp deniz kenarında bir köy evine gitsem. Taşınsam artık, taşınır mı ki izler de benimle gittiğim/gidemediğim yere? atmalı. Geçer. Geçmese de ben unuturum akşamın uyuşukluğundan.
Gece Yarısı
Tabutunu orada öylece bırakmışlar. Toprağın üzerinde.
Tabutun üzerine dikdörtgen bir pencerecik açıyorum. Soluk alması lazım. Yoksa ölür.
Ama o öldüğü için burada zaten. Ama o çook önce öldüğü için artık burada bile değil zaten.
Ellerimi o küçük dikdörtgenden sokup orada mı değil mi bakabilirim. Uzatıyorum ellerimi dikdörtgenden içeriye. Artık kemikleri var. “Zaten zayıftın be çocuk. Sen zaten sarıldığımda da kemikliydin. Ölüyken de ellerime değen yine kemiklerin...” Bir bir topluyorum seni.
Kemiklerini. Kucaklıyorum sımsıkı. Sanki sırçadan biblolar taşıyorum. “Dikkat! Kırılır” sırça biblolar. Kucağımda kemiklerini taşıyorum.
Özlüyorum seni çok. Ter içindeyim. Saçlarım yarısına kadar ıslanmış.
Yatağın içine bakıyorum, sırçalar yok...
Dudaklarım acıyor.
Uçuk olacak sanırım sabaha... Geçer.
Şimdi
Saat 10.25
Bir ölüyü özler gibi özlüyorum seni bazen. Ona da, sana da ulaşmamın hiç ihtimali yok ya...
Ondan belki de. Çok sırçam var. Kaçık bir geceden emanet, uçuk bir sızım kalmış dudaklarımda. Geçer...
-Mİ?
Şimdi
Sus-ma zamanı...
Saat 10’a geliyor... Bilgisayarımı açtım. Hastayım. Uçuk çıkmış dudaklarımda...
Canım sızlıyor. Ve dahası mutsuzum. Geçer ikisi de.
Ya da geçmez ama ben hasta ve mutsuz olduğumu unuturum gün içinde...
Ne kadar eski mektup varsa okudum.
Sözcüklerin gücüne bir kez daha inandım.
Senin sözcüklerinin bende ki gücüne...
İçim de sızlıyor şimdi hastalığımın ve mutsuzluğumun üstüne.
Geçer.
Geçmese de ben unuturum gün içinde...
Sana yazmak istiyorum yeniden.
Nereden başlayacağımı bilmiyorum. Yeni bir öykü... Olmaz!
Yeni bir Cin-Sinbad masalı... Fena değil.
Yeni bir iç döküş... Sıradan! Çok sıradan!
Yeni bir merhaba... Iıhh! Sevmedim.
Eski bir merhaba... Ehhh! İdare eder.
Bilmiyorum gerçekten. Ama sana yazmak istiyorum yeniden. Ve yazılarını istiyorum yeniden.
Dün Akşam
Yabancılaştım. Eve yani... Ne balkonun serinliği, ne mutfağın bordosu iyi etmiyor içimi.
Zilin üzerindeki parmak izini, duvardaki el izini, halıdaki ütü izini bırakıp deniz kenarında bir köy evine gitsem. Taşınsam artık, taşınır mı ki izler de benimle gittiğim/gidemediğim yere? atmalı. Geçer. Geçmese de ben unuturum akşamın uyuşukluğundan.
Gece Yarısı
Tabutunu orada öylece bırakmışlar. Toprağın üzerinde.
Tabutun üzerine dikdörtgen bir pencerecik açıyorum. Soluk alması lazım. Yoksa ölür.
Ama o öldüğü için burada zaten. Ama o çook önce öldüğü için artık burada bile değil zaten.
Ellerimi o küçük dikdörtgenden sokup orada mı değil mi bakabilirim. Uzatıyorum ellerimi dikdörtgenden içeriye. Artık kemikleri var. “Zaten zayıftın be çocuk. Sen zaten sarıldığımda da kemikliydin. Ölüyken de ellerime değen yine kemiklerin...” Bir bir topluyorum seni.
Kemiklerini. Kucaklıyorum sımsıkı. Sanki sırçadan biblolar taşıyorum. “Dikkat! Kırılır” sırça biblolar. Kucağımda kemiklerini taşıyorum.
Özlüyorum seni çok. Ter içindeyim. Saçlarım yarısına kadar ıslanmış.
Yatağın içine bakıyorum, sırçalar yok...
Dudaklarım acıyor.
Uçuk olacak sanırım sabaha... Geçer.
Şimdi
Saat 10.25
Bir ölüyü özler gibi özlüyorum seni bazen. Ona da, sana da ulaşmamın hiç ihtimali yok ya...
Ondan belki de. Çok sırçam var. Kaçık bir geceden emanet, uçuk bir sızım kalmış dudaklarımda. Geçer...
-Mİ?
Şimdi
Sus-ma zamanı...
Fıstıklı akide şekeri
Aynı fotoğraflar gibi; bazı kokular, bazı tadlar da geçmişe taşır ya insanı... Benim çocukluğum yasemin kokardı, tadı da akide şekeri...
Güzelyalı'da iki katlı, büyük bahçeli, bahçesini yaseminlerin süslediği bir evde kiracıydık. Ev sahibimiz, şişman demeye dilimin varmadığı kadar tombul, kolu altın bilezik dolu, güldü mü kahkahası iki sokak öteden duyulan ve benim "babaanne" dediğim bir kadındı. Gerçek babaannem değildi. Ama olsaydı ancak bu kadar çok severdim herhalde. Annemin can dostu, sırdaşı, yaş farkına rağmen en yakın arkadaşıydı. Tanınmış en iyi terzilerdendi babaannem. Etek, elbise, bluz gibi kıyafetlerin yanı sıra gece elbisesi, manto hatta şapka bile dikerdi. Gelen müşterilerin kıyafetlerini prova etmek için onları tahta bir taburenin üzerine çıkartır, etek boyu ölçüsünü alırken dişlerinin arasına sıkıştırdığı toplu iğneleri ustaca, hiçbirini yere düşürmeden alır, etek uçlarını tuttururdu. Babaannem; teğel, sürfile, iğne, iplik, dergiden model seçme işleriyle günlerini geçirirken, benim o eski evde en sevdiğim şey düğme kutularıydı. Rengarenk, ışıl ışıl düğmelerin saklandığı teneke kutular; benim gözümde gizemli bir dünyaya pencerelerdi sanki. Saatlerimi geçirirdim o kutuların başında.
Annem onun en marifetli yardımcısıydı. Güzel kadındı annem. İnce ayak bilekleri, dolgun dudakları, çenesinin üzerinde iki küçük beni vardı. Saçlarını uzun hatırlamıyorum hiç; hep omuz hizasında ve hep bakımlıydı. Kıskandığı için sanırım, babam pek yalnız bırakmazdı sokağa. Babaannemle birlikte giderdi nereye giderse. Zaten tek bir yer bilirlerdi "gezmek" deyince; Kemeraltı... Ama Kemeraltı demezlerdi hiç; "İzmir'e gidiyoruz" derlerdi nedense. Aldıkları herhangi bir şeyi komşuya gösterirken de "İzmir'den aldık" derlerdi.
Annem, "İzmir'e giderken" ne zaman babamdan alışveriş için para istese, babam annemin eline her seferinde 50 lira tutuşturdu. O paraya ne kadar alışveriş yapılır, neler alınır, neler alınmazdı şu an hatırlamıyorum ama annem; bir elindeki paraya bir babaannemin yüzüne bakar, sesini çıkarmadan gülümserdi. Yetmezdi demek ki... Ama o yetmezlikte bile, filemizde mutlaka kesekağıdının içinde fıstıklı akide şekeri olurdu.
Troleybüsle gitmektense, Üçkuyular-Konak dolmuşlarıyla gitmeyi isterdim. Ama her seferinde "boynuzu" atan troleybüsle giderdik daha ucuz diye. Konak'a geldiğimizi Saat Kulesi'nden anlardım. Karşısındaki sokaktan girer, el arabasında salatalık satan esnaftan salatalık soydurur, mutlaka Kestane Pazarı'na uğrar, Mantocular İçi'nde esnafın çekiştirmelerine maruz kalır, ama illaki de Havra Sokağı'na girerdik. Peynirin en güzelini, hurma zeytinin en lezzetlisini, rokanın en yeşilini orada bulurduk çünkü. Benim en çok ilgimi çeken; balık tezgahlarının altında bekleşen şişman kediler olurdu.
Pazarlık yapardı babaannem. Ne alırsa alsın dakikalarca pazarlık yapardı... "Aman evladım; hem iyisi, hem güzeli, hem kalitelisi, hem ucuzu olsun" derdi. "Ohoo yenge! Çok şey istiyon ama sen de ha!" dese de tezgahtarlar, yine de terslenmez, ellerinden geleni yapmaya çalışırlardı. Acil ihtiyaç listesinin dışında hiçbir şey alınmazdı çocuklara. Ayakkabı desen, "Bir önceki yıl önüne pamuk koyup giyiyorlardı, bu yıl tam gelir artık"... Mont desen, "İki yıl önce manto, geçen yıl kaban olarak giydiler, bu yıl da mont olarak giyerler, seneye Allah kerim"... Etek, elbise, gömlek vs... "Daha geçen hafta, komşu Nezihe Hanım, büyük kızı Gülsen'in küçülenlerini verdiydi, onlar idare eder"... Annemle babaannemin kılık-kıyafet yönetmenliğine bir itirazım olmazdı, dahası umurumda bile olmazdı. Benim aklım filenin içindeki fıstıklı akide şekerinde olurdu çünkü... Dedim ya, benim çocukluğum akide şekeri kokardı buram buram...
Kemeraltı'nı sadece Havra Sokağı'ndan ve Kestane Pazarı'ndan ibaret sandım uzun zaman... Yıllar sonra öğrendim hanlarını, bakırcılarını, ahşapçılarını, turşucularını, Kuyumcular Çarşısı, Kızlarağası'nı, içine sakladığı tarihi camilerini, fincanda pişirilen kahvesini, börekçisini ve daha bir yığın yeri...
Bugün işten biraz erken çıkmalı... Hisarönü'nden girmeli, Saat Kulesi'nden çıkmalı... Kıza, Kestane Pazarı'ndan fıstıklı akide şekeri almalı... Akşam babaanneye uğrayıp halini-hatırını sormalı... "İyisinden, ucuzundan, kalitelisinden, güzelinden ama illaki fıstıklısından akide aldım sana" demeli... Tanıyabilirse beni hasta yatağında ve hatırlatabilirsem ona geçmişi, biraz eski günlerden söz etmeli... Kokusunu duyurmalı çocukluğumun...
Çıkmalı...
[10/11/2008]
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)