28 Kasım 2011 Pazartesi

Fıstıklı akide şekeri

Aynı fotoğraflar gibi; bazı kokular, bazı tadlar da geçmişe taşır ya insanı... Benim çocukluğum yasemin kokardı, tadı da akide şekeri... Güzelyalı'da iki katlı, büyük bahçeli, bahçesini yaseminlerin süslediği bir evde kiracıydık. Ev sahibimiz, şişman demeye dilimin varmadığı kadar tombul, kolu altın bilezik dolu, güldü mü kahkahası iki sokak öteden duyulan ve benim "babaanne" dediğim bir kadındı. Gerçek babaannem değildi. Ama olsaydı ancak bu kadar çok severdim herhalde. Annemin can dostu, sırdaşı, yaş farkına rağmen en yakın arkadaşıydı. Tanınmış en iyi terzilerdendi babaannem. Etek, elbise, bluz gibi kıyafetlerin yanı sıra gece elbisesi, manto hatta şapka bile dikerdi. Gelen müşterilerin kıyafetlerini prova etmek için onları tahta bir taburenin üzerine çıkartır, etek boyu ölçüsünü alırken dişlerinin arasına sıkıştırdığı toplu iğneleri ustaca, hiçbirini yere düşürmeden alır, etek uçlarını tuttururdu. Babaannem; teğel, sürfile, iğne, iplik, dergiden model seçme işleriyle günlerini geçirirken, benim o eski evde en sevdiğim şey düğme kutularıydı. Rengarenk, ışıl ışıl düğmelerin saklandığı teneke kutular; benim gözümde gizemli bir dünyaya pencerelerdi sanki. Saatlerimi geçirirdim o kutuların başında. Annem onun en marifetli yardımcısıydı. Güzel kadındı annem. İnce ayak bilekleri, dolgun dudakları, çenesinin üzerinde iki küçük beni vardı. Saçlarını uzun hatırlamıyorum hiç; hep omuz hizasında ve hep bakımlıydı. Kıskandığı için sanırım, babam pek yalnız bırakmazdı sokağa. Babaannemle birlikte giderdi nereye giderse. Zaten tek bir yer bilirlerdi "gezmek" deyince; Kemeraltı... Ama Kemeraltı demezlerdi hiç; "İzmir'e gidiyoruz" derlerdi nedense. Aldıkları herhangi bir şeyi komşuya gösterirken de "İzmir'den aldık" derlerdi. Annem, "İzmir'e giderken" ne zaman babamdan alışveriş için para istese, babam annemin eline her seferinde 50 lira tutuşturdu. O paraya ne kadar alışveriş yapılır, neler alınır, neler alınmazdı şu an hatırlamıyorum ama annem; bir elindeki paraya bir babaannemin yüzüne bakar, sesini çıkarmadan gülümserdi. Yetmezdi demek ki... Ama o yetmezlikte bile, filemizde mutlaka kesekağıdının içinde fıstıklı akide şekeri olurdu. Troleybüsle gitmektense, Üçkuyular-Konak dolmuşlarıyla gitmeyi isterdim. Ama her seferinde "boynuzu" atan troleybüsle giderdik daha ucuz diye. Konak'a geldiğimizi Saat Kulesi'nden anlardım. Karşısındaki sokaktan girer, el arabasında salatalık satan esnaftan salatalık soydurur, mutlaka Kestane Pazarı'na uğrar, Mantocular İçi'nde esnafın çekiştirmelerine maruz kalır, ama illaki de Havra Sokağı'na girerdik. Peynirin en güzelini, hurma zeytinin en lezzetlisini, rokanın en yeşilini orada bulurduk çünkü. Benim en çok ilgimi çeken; balık tezgahlarının altında bekleşen şişman kediler olurdu. Pazarlık yapardı babaannem. Ne alırsa alsın dakikalarca pazarlık yapardı... "Aman evladım; hem iyisi, hem güzeli, hem kalitelisi, hem ucuzu olsun" derdi. "Ohoo yenge! Çok şey istiyon ama sen de ha!" dese de tezgahtarlar, yine de terslenmez, ellerinden geleni yapmaya çalışırlardı. Acil ihtiyaç listesinin dışında hiçbir şey alınmazdı çocuklara. Ayakkabı desen, "Bir önceki yıl önüne pamuk koyup giyiyorlardı, bu yıl tam gelir artık"... Mont desen, "İki yıl önce manto, geçen yıl kaban olarak giydiler, bu yıl da mont olarak giyerler, seneye Allah kerim"... Etek, elbise, gömlek vs... "Daha geçen hafta, komşu Nezihe Hanım, büyük kızı Gülsen'in küçülenlerini verdiydi, onlar idare eder"... Annemle babaannemin kılık-kıyafet yönetmenliğine bir itirazım olmazdı, dahası umurumda bile olmazdı. Benim aklım filenin içindeki fıstıklı akide şekerinde olurdu çünkü... Dedim ya, benim çocukluğum akide şekeri kokardı buram buram... Kemeraltı'nı sadece Havra Sokağı'ndan ve Kestane Pazarı'ndan ibaret sandım uzun zaman... Yıllar sonra öğrendim hanlarını, bakırcılarını, ahşapçılarını, turşucularını, Kuyumcular Çarşısı, Kızlarağası'nı, içine sakladığı tarihi camilerini, fincanda pişirilen kahvesini, börekçisini ve daha bir yığın yeri... Bugün işten biraz erken çıkmalı... Hisarönü'nden girmeli, Saat Kulesi'nden çıkmalı... Kıza, Kestane Pazarı'ndan fıstıklı akide şekeri almalı... Akşam babaanneye uğrayıp halini-hatırını sormalı... "İyisinden, ucuzundan, kalitelisinden, güzelinden ama illaki fıstıklısından akide aldım sana" demeli... Tanıyabilirse beni hasta yatağında ve hatırlatabilirsem ona geçmişi, biraz eski günlerden söz etmeli... Kokusunu duyurmalı çocukluğumun... Çıkmalı... [10/11/2008]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder