İzmir’de sabahlar, masum
bir yüzün dudağının kıyısındaki gülümseme gibi durur Kordon’da... Muzip ve
garip bir çekiciliği vardır o gülümsemenin. Farkında olmadan Günaydın’ınıza
ortak ettiğiniz çayla şekerin buluşmasıdır çoğu kez. Bu kentte daha sıkı
dostlukları vardır boyoz ve karabiberi bol yumurtanın; sevenleri bilirler
tiryakiliktir bu tad. Pasaportta yapılan kahvaltı Cemal Süreya’yı haklı
çıkartır türdendir: “Yemek yemek hakkında ne düşünürsünüz bilmem ama
kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”
Yudumlanan çaya karışır
iyot kokusu. Yolcu vapurları uzaktan görünür, usulca sokulur ve iplerini teslim
eder telaşlı çımacıya, böylece yürekten bağlanır kıyıya. Gündelik kaygılarına,
akşamdan kalma düşleriyle birkaç adımda geçen insanları taşımanın yorgunluğuyla
İzmir’e doğru gerinir köhne vapurlar. Karşıyaka’dan içine çektiği derin nefesi,
Pasaport’ta bırakır. Dağılır insanlar evrak masalarına, iki yüzlü sohbetlerine,
illaki kesin sınırlarla belirlediği iş ortamlarına, teknolojinin tuşlarına.
En çok sevgililer
bilirler, bu kentin martıları dedikoducudur. Belki de bu yüzden konuşup, el ele
tutuşmaktansa denizi sessizce seyretmeyi seçer sevgililer içlerinden birkaç
dizeyi dua gibi tekrarla tekrarlaya.
“martılar,
kıyıdan
hikayemize bulaşan kırıntılarımızı avlayarak,
'insan'
denen adaya ilikleniyordu.
Biz, günün
ter u taze saatinde,
kendimizi uzun yolculuklara çıkabilecek hafiflikte hissediyorduk.”
“Deniz’i
olan kentlerin insanları, denizi olmayan kentlerin insanlarından daha şanslıdır”
diyor kendisine yazar demeyen bir yazar. “çünkü deniz, çekip gidebilme
özgürlüğünü hissettirir insanlara. Çekip gidebilme özgürlüğünü içinde duyan
insanların ceplerinde sürekli taşıdıkları umutları vardır.” Yüzü maviliklere
dönük bu kentin sokak aralarından umut toplar kirli sokak çocukları. “Rağmen”
uyanırlar güne, yaşları genç olsa da, vapurlar kadar yaşlı bedenlerini kaldırıp
ağaç altlarından, güne geçiverirler bir çırpıda.
Her kentin bir sesi
vardır, en net sabah saatlerinde duyulan... Kulağımızı saat kulesine
dayadığımızda, geçen zamanın sabırsız tik-tak’ları karışır bu sese. Bu kentin
sesi; martıların dedikodularından, sokak çocuklarının kahkahalarından,
vapurların iç çekişlerinden, rüzgarın uğultusundan, telaşlı insanların ayak
seslerinden ve saat kulesinin yelkovan çığlıklarından oluşur.
Ve her
kentin bir kokusu vardır sevgilinin ten kokusu gibidir vazgeçilmez. Başka
kentlerin meydanlarında çarpsa da yüreğimiz, yıllar sonra duyduğumuzda aynı
kokuyu, anılar çimdikler durur inatla. Bu kent; deniz, fesleğen, kekik ve
tarçın kokar
Balkonlarına koyu
makyajlar yapar İzmir’in insanları. Her ne kadar kimisi depo (!) olarak
kullansa da balkonlarını, çoğu sera görüntüsündedir. Begonya, küpeli, canan,
sarmaşık ve sardunyaların her rengine boyarlar saksılarını. Ve yakalarına
yapışan Ağustos sıcaklarından bir an olsun kurtulabilmek için gözlerini
uzaklara ilikleyip serinlemeye çalışır yaşlı kadınlar.
Kordon’da
akşamüzerinden, akşama kızıl bir sedef eşliğinde geçilirken, gül satan çingene
kadınları, nazar boncuğu almanız için ısrar eden kirli yüzlü kız çocukları ve
buzlu bademciler tanıktır en çok masa sohbetlerine. Pasaport’la tüm bağlarını
koparan gemiler Karşıyaka’ya kavuşurken, heyecanlanır martılar. Ve utanır Saat kulesi; kent geceye
yaklaşırken, akrep ile yelkovanın sevişmesine tanıklığından.
Karanlık
gizlemeye çalışırken sokak aralarının yalnızlığı, herkes evlerine dağılırken,
en çok sabahları çay kokularında kalabalıklaşır ve çay kokusunu özler
kentler... Çünkü çaya katık edilen günaydınlar yarınsıllık taşır yüreklerde.
“Yarın” da herşeye rağmen umuttur dillerde...
2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder