28 Kasım 2011 Pazartesi

Kent telaşları



İzmir’de sabahlar, masum bir yüzün dudağının kıyısındaki gülümseme gibi durur Kordon’da... Muzip ve garip bir çekiciliği vardır o gülümsemenin. Farkında olmadan Günaydın’ınıza ortak ettiğiniz çayla şekerin buluşmasıdır çoğu kez. Bu kentte daha sıkı dostlukları vardır boyoz ve karabiberi bol yumurtanın; sevenleri bilirler tiryakiliktir bu tad. Pasaportta yapılan kahvaltı Cemal Süreya’yı haklı çıkartır türdendir: “Yemek yemek hakkında ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”

Yudumlanan çaya karışır iyot kokusu. Yolcu vapurları uzaktan görünür, usulca sokulur ve iplerini teslim eder telaşlı çımacıya, böylece yürekten bağlanır kıyıya. Gündelik kaygılarına, akşamdan kalma düşleriyle birkaç adımda geçen insanları taşımanın yorgunluğuyla İzmir’e doğru gerinir köhne vapurlar. Karşıyaka’dan içine çektiği derin nefesi, Pasaport’ta bırakır. Dağılır insanlar evrak masalarına, iki yüzlü sohbetlerine, illaki kesin sınırlarla belirlediği iş ortamlarına, teknolojinin tuşlarına.

En çok sevgililer bilirler, bu kentin martıları dedikoducudur. Belki de bu yüzden konuşup, el ele tutuşmaktansa denizi sessizce seyretmeyi seçer sevgililer içlerinden birkaç dizeyi dua gibi tekrarla tekrarlaya.

       “martılar,
       kıyıdan hikayemize bulaşan kırıntılarımızı avlayarak,
       'insan' denen adaya ilikleniyordu.
       Biz, günün ter u taze saatinde,
kendimizi uzun yolculuklara çıkabilecek hafiflikte hissediyorduk.”

“Deniz’i olan kentlerin insanları, denizi olmayan kentlerin insanlarından daha şanslıdır” diyor kendisine yazar demeyen bir yazar. “çünkü deniz, çekip gidebilme özgürlüğünü hissettirir insanlara. Çekip gidebilme özgürlüğünü içinde duyan insanların ceplerinde sürekli taşıdıkları umutları vardır.” Yüzü maviliklere dönük bu kentin sokak aralarından umut toplar kirli sokak çocukları. “Rağmen” uyanırlar güne, yaşları genç olsa da, vapurlar kadar yaşlı bedenlerini kaldırıp ağaç altlarından, güne geçiverirler bir çırpıda.

Her kentin bir sesi vardır, en net sabah saatlerinde duyulan... Kulağımızı saat kulesine dayadığımızda, geçen zamanın sabırsız tik-tak’ları karışır bu sese. Bu kentin sesi; martıların dedikodularından, sokak çocuklarının kahkahalarından, vapurların iç çekişlerinden, rüzgarın uğultusundan, telaşlı insanların ayak seslerinden ve saat kulesinin yelkovan çığlıklarından oluşur.

Ve her kentin bir kokusu vardır sevgilinin ten kokusu gibidir vazgeçilmez. Başka kentlerin meydanlarında çarpsa da yüreğimiz, yıllar sonra duyduğumuzda aynı kokuyu, anılar çimdikler durur inatla. Bu kent; deniz, fesleğen, kekik ve tarçın kokar

Balkonlarına koyu makyajlar yapar İzmir’in insanları. Her ne kadar kimisi depo (!) olarak kullansa da balkonlarını, çoğu sera görüntüsündedir. Begonya, küpeli, canan, sarmaşık ve sardunyaların her rengine boyarlar saksılarını. Ve yakalarına yapışan Ağustos sıcaklarından bir an olsun kurtulabilmek için gözlerini uzaklara ilikleyip serinlemeye çalışır yaşlı kadınlar.

Kordon’da akşamüzerinden, akşama kızıl bir sedef eşliğinde geçilirken, gül satan çingene kadınları, nazar boncuğu almanız için ısrar eden kirli yüzlü kız çocukları ve buzlu bademciler tanıktır en çok masa sohbetlerine. Pasaport’la tüm bağlarını koparan gemiler Karşıyaka’ya kavuşurken, heyecanlanır martılar.  Ve utanır Saat kulesi; kent geceye yaklaşırken, akrep ile yelkovanın sevişmesine tanıklığından.

Karanlık gizlemeye çalışırken sokak aralarının yalnızlığı, herkes evlerine dağılırken, en çok sabahları çay kokularında kalabalıklaşır ve çay kokusunu özler kentler... Çünkü çaya katık edilen günaydınlar yarınsıllık taşır yüreklerde. “Yarın” da herşeye rağmen umuttur dillerde...


2003

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder