Bir şehrin elleri olur mu?
O şehrin vardı.
19 yaşındaydım kar soğuğu ayaz ellerini boğazımda hissettiğimde.
Sabah başladı, akşama kadar bütün gücüyle boğazımı sıktı. Gece, deniz kokan
şehrimin otobüsüne bindiğimde nefes nasıl alınır unutmuştum, yıllarca da
hatırlayamadım. Nefessiz yaşadım. Çocukken edindiğimiz alışkanlıklar,
yetişkinliğimizde işe yarıyor bazen. 19 yaş nedir ki, büyüdüğünü sanan bir yüreğin
en masum yanılsaması... (‘Denizin dibinde en uzun süre nefesi kim tutacak?’ iddialarının
vazgeçilmez birincisi olmam o yılların bakiyesidir ama bunu kimse bilmez…)
O şehire yıllar sonra yine gittim. Sol elimin yüzük
parmağında bir eksiklikle. O şehrin elleri daha büyümüş, daha çirkin ve daha cüretkar
yine boğazımdaydı. Balkonda üşümenin iyi geldiği gri bir kasım akşamıydı. Ve ben
canımın yarısını orada bırakmanın iç boşluğu ile sokak köpeklerini seyrettim. Ay
tanık… Biraz uyudum, biraz içtim. Çok uyudum. Çok içtim. Ve sabah ilk otobüsle artık deniz
bile kokmayan şehrime geri döndüm.
Yıllar sonra yüzünü hiç görmediğim bir yazarın kitaplarında
o şehrin sokak aralarını içime sindire sindire okudum. Sonra başka öyküler
girdi araya… Sonra başka şehirlerde başka başka eller nefessiz bıraktı
boğazımı. Tecrübe böyle bi’şey rahatlığıyla umursamadım. Büyüdüm, yürüdüm,
büyüdüm, yürüdüm…
Birkaç gün sonra yine aynı şehire gece 12’ye bir otobüs
biletim var cüzdanımın görünmez bir gözünde. İyi miyim? İyiyim, iyiyim…
Geçmiş, yaralarını yalaya yalaya iyileştiren bir kedi gibi.
Acıdan, sızıdan, kandan eser bırakmayan tükürük, diz yaralarına iyi geldiği
gibi ruh yaralarına da iyi geliyormuş geç öğrendim.
Asık yüzlü konutların, suratsız kurumların, mutsuz bakan
kadınların, kravatlı-koyu renkli takım elbiseli adamların şehri, yeni
öykülerinle karşıla beni.
–ki yeni öyküler yazacak kadar nefesim kalsın içimde…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder