ASMA DALLARININ ARASINDAN GÖRÜNEN
YOL
Toprak sıvalı, iki katlı evin üst katındayız. Beline kadar inen saçlarını
tek örgü yapmış teyzem, boydan boya gerili ipin üzerine astığı giysilerden, en
güzelini seçip beni giydirmeye çalışıyor. “Bir dolap olsa… İzmir’deki
evimizdeki kadar olsa yeter, elbiselerim burada buruşuyor” diye geçiriyorum
içimden. Turuncu-beyaz renklerde, üzerine alfabenin tüm harflerinin
serpiştirildiği bir elbise bu, giyiyorum. Saçlarımı tarıyor, onun saçları hep
aynı; hep uzun. Yüzü hep üzgün. Güldüğünü çok az görüyorum. Onu genellikle halı
dokurken, dedeme el havlusu uzatırken, isli-karanlık bir odada (burasının adı
ekmek odası) yufka pişirirken görüyorum. Şehirdeki genç kızlardan çok farklı
teyzem. Yüzü onlar kadar canlı değil. Şehirde dillere destan olmuş şarkıların
hiçbirini bilmiyor.
Ben önde, o arkada tahta merdivenlerden aşağıya iniyoruz. Bugün annemle
babam gelecek İzmir’den. Bu güzel giysileri onlar için giyiyorum. Saçlarıma
beyaz koca kurdelaları onlar için takıyorum.
Pencerede, asma dallarının arasından yola bakarak onları beklemektense,
ilerideki ceviz ağacının altında beklemek istiyorum. Ömer’le çamur
oynadığımızda zaman ne kadar çabuk geçiyordu; şimdi ise bir türlü geçmek
bilmiyor. Artık sabırsızlanmaya başladığım bir anda, beyaz renkli otomobilin
içinde görünüyorlar. Ne kadar özlemişim… Arabadan deli gibi inen annem bana
sımsıkı sarılıyor. Ve ağlıyor. Önümde diz çöküp, beni omzuna bastırıp
hıçkırarak ağlıyor. (O ana kadar ben, hep kötü şeyler olduğunda ağlanır
sanıyorum) Gözündeki yaşlar, çenesinde yan yana duran iki kahverengi beni
ıslatıyor.
Sonraki yaşlarımda annemin yüzündeki o iki ben, bana hep sımsıcak bir
omuzu ve Ağustos ortasında serin bir akşamüstünü anımsatıyor.
KİRAZ AĞACINA KUŞLAR KONMUŞ
-Yine dadanmışlar kirazlara!
Bize doğru fırlatılan birkaç toprak parçası yanımızdan geçip gidiyor.
Teyzemle, elimizdeki kovaları uzanabildiğimiz en yüksek dala asıyoruz.
Kuşlardan arta kalan (ninemin söylediği gibi kuşyeniği olmayan) kirazları
kovanın içine rasgele atıyoruz. Doldurduğumuz kovayı, nineme uzatıp, ondan
aldığımız boş kovayı asmak için yeni bir dal arıyoruz. Bu böyle ne kadar
sürüyor bilmiyorum ama, ne beline kadar uzanmış saçları, mavi başörtülü teyzem
yoruluyor kirazları toplamaktan; ne de durmadan “kiraza kuşlar konmuş,
taşlayayım şunları” diyen ninem. Ben bu oyunu çok seviyorum.
Bahçe kapısının eşiğinde, iyice kısalmış ve yıpranmış pantolonuyla
beliriyor Ömer. Kiraz dalları arasından görüyorum onu. Çarçabuk ağaçtan inip
yanına koşuyorum. Yine, her zamanki gibi ceviz ağacının altında alıyoruz
soluğu.
Çok geçmeden İnesaralılar’ın (onlara takılan lakap buydu) iki kızı da
çıkıp geliyorlar yanımıza. Onları istemiyorum. Ben Ömer’le yalnız oynamak
istiyorum. Ömer, yalnız bana çamurdan hamam nasıl yapılır öğretsin istiyorum.
Çeşmenin başına kadar benimle yarışsın istiyorum. Tarlalardaki köstebek
yuvalarını çomaklarla ikimiz bozalım, yılanların kuyruklarını ikimiz kopartalım
istiyorum. Oysa Ömer, cevizin altında en
büyük hamamı onlarla birlikte yapıyor. Üstümü silkeleyip eve gidiyorum.
Bütün kiraz ağaçlarıma kuşlar dadanıyor…
***
-
Bulgur aşı yaptım, deden beklemez! Hadin gari tez
gelin! diye bağırıyor ninem.
Ömer’i beklemeden koşturuyorum. Daha bahçe kapısında burnuma geliyor
bulgur pilavının kokusu. Kapının önündeki kiraz ağacının altında bağdaş kurmuş
oturuyor dedem. Kasketini başından çıkartıp ağacın bir dalına asmış. Kareli
sofra bezini dizlerimin üzerine çekip oturuyorum.
Teyzem, dedemin yanında her zamankinden daha suskun, daha tedirgin.
Sofradan hızla kalkıyor. İçeriye gidip, elindeki çay tabağına koyduğu iri
taneli tuzla geri dönüyor.
Dedem, cebinden çıkardığı kırmızı saplı çakısıyla domatesleri (o domat
diyor) küçük küçük doğruyor önündeki plastik tabağa. Sonra yufkadan bir parça
kopartıp, iki kenarından tutup katlıyor ve sanki kaşık gibi daldırıyor bulgur
pilavının içine. Dedemin ağzı karanlık, kocaman bir mağara gibi görünüyor bana.
Teyzemin eze eze sulandırarak kese yoğurdundan yaptığı ayranı, tasıyla dikiyor
kafasına. Sonra da eğilip sofra bezine siliyor dudağının kenarını.
İncecik kilimin altındaki iri topraklar batıyor ayaklarıma. Canım acıyor
ama sesimi çıkartamıyorum. Dedemden çekinmek, korkmak teyzemden bana bulaşıyor
sanki. Ömer’e bakıyorum göz ucuyla. Cevizin altında oturmuş çamurdan hamam
yapıyor hala. Onu sırtından görüyorum. Yemeğe bile gelmiyor. Bir daha onunla
oynamayacağım. Çünkü o en büyük hamamı Elif’le yapıyor.
Teyzem sofrayı topluyor aceleyle. Dedem, parlak renkli sigara tablasını
açıyor. Dikdörtgen beyaz bir kağıt çıkartıp, tütünü içine seriyor özenle.
Dudaklarında gezdirip diliyle kenar kısmını yalıyor. Cebinden çıkarttığı
çakmakla (o muhtar çakmağı diyor) yakıyor sonra. Ve yarı yarıya dökülmüş
saçlarını sıvazlayıp kasketini başına geçiriyor.
ASIK YÜZLÜ, GÜLER YÜREKLİ ADAM
Gül bahçelerini ardımızda bırakıyoruz. Babı’nın (bu yaşlı eşeğimizin adı)
bıyıklarından sular damlıyor taşların üzerine. İlerideki evin önündeki
kadınlar, griye dönmüş giysilerini odun ateşiyle zift gibi olmuş kazanların
içinden tas tas döktükleri dumanlı sularla beyazlatmaya çalışıyorlar. Babı’nın
semerinden iniyorum aşağıya. Ninem boynundaki ipten çekiştirip evin alt
tarafındaki ahıra doğru sürüklüyor onu. Babı için çok üzülüyorum. Sanki
üzerinde o semer ve ben varken daha da yorulduğunu düşünüyorum. Bunun için de,
bağ evine yürüyerek gidip gelmek istiyorum. Ne var ki ninem ıslarla Babı’nın
sırtına binmemi istiyor.
Üzerinde yuvarlak havalandırma delikleri açtığım karton kutuyu sımsıkı
tutuyorum ellerimde. Gözlerimdeyse muzip ışıltılar, dedemin kahveden dönmüş olmasını
dileyerek yokuşu hızla tırmanıyorum. Kutunun içindeki hayvancıklar korkuyla bir
sağa, bir sola pıtır pıtır koşuşturup duruyorlar. Arkama bakıyorum. Ninem
elindeki kovaları kenardaki taşların üzerine bırakıp soluklanıyor.
-Teyze! Teyze!
Dedem geldi mi?
Başımı tahta
kapıdan içeri uzatıyorum. Sedirin üzerindeki tel kafesin içinde onun siyah
kekliğini görüyorum. “Demek ki gelmiş!” Ninem yetişiyor bana. Kapının önüne
bırakıyor elindekileri, “biliyorsun çok terstir! Kızarsa karışmam” diyor.
Umurumda değil. Dedemin genellikle tarlada giydiği, neredeyse boyum kadar uzun
çizmelerinin içine kutudan çıkardığım minicik farelerden birkaçını bırakıyorum.
Aslında, harmanlanan saman yığınlarının altında bulduğumuz bu sevimli
hayvancıkları beslemek istiyorum ben.
Dedem elinde
havluyla görünüyor kapının eşiğinde. Kısacık boylu bu adamın yüreği kendinden
daha büyük. Duygusal… Suratı asık ama hani izin verse de girebilse insanlar
yüreğine, işte orası coşku dolu.
-Nerde galdınız!
Koşup
sarılıyorum ve kutuda kalan son iki fareyi de koynundan içeriye bırakıyorum
telaşla.
Hiç kızmıyor.
Söylenmiyor… Benimle birlikte gülüyor. Kocaman kocaman gülüyor.
KAPI DAĞI
Sabahın erken
saatlerinde, kulağıma gelen tanıdık bir ıslıkla fırlıyorum yattığım yerden.
Burnumu cama dayayıp dışarıya bakıyorum. Ömer gelmiş!
Merdivenleri
soluk soluğa iniyorum. Özenle arayıp bulduğumuz beş tane taşı cebinden
çıkartıyor. Cevizin altına gidiyoruz. Avucundaki taşları toprağın üzerine
saçıyor. Ve onların birini havaya atıp, düşene kadar geçen sürede yerden bir
taş alıp kenara koyuyor. Büyük bir coşkuyla oynadığımız bu oyunun adına beş taş
diyoruz. Onun da benim de uğurlu saydığımız birer taşımız var. İlk kez elimize
alıp baştaş yaptığımız taş hep aynısı oluyor. Dalıp gidiyoruz oyunun büyülü
derinliğine…
***
İçeriye girmemi
söyleyen ninemin sesi ile irkiliyoruz ikimiz de. İçeriye girmem gerektiğini
söylüyor. Yoo söylemek değil bu; emrediyor… Bu saatte niye girecekmişim ki
anlamıyorum. Ömer’e dönüp “sen de evine git artık” diyor. “Niye gitsin, biz
oynuyoruz” diye çıkışıyorum ama o beni önüne alıp eve sokuyor. “Deden kızıyor.
Büyüdün artık sen! Kız çocukları erkeklerle oynamaz! Git Elif’le oyna!
Kısmet”le oyna! Artık Ömer’le oynamak yok! Dedene söylerim valla!” diyor ve
kaldığı yerden halı dokumaya devam ediyor.
Öfkemden
gözlerim alev alev yanıyor. Nasıl söylerim ona; “dedem kızıyormuş, artık hamam
yapmak için beni çağırma, kirazın altına da gelme” diye… Hem neden kız
çocukları ile erkek çocukları oynamazlarmış? Hiçbir anlam veremiyorum.
Kızıyorum
dedeme, çok kızıyorum. Merdivenlerden yukarıya çıkıp, ayaklarımın altına hasır
örgü tabureyi koyup asma yapraklarının arasından sokağa, Ömer’e bakıyorum.
Ömer, ilerideki çeşmenin başında, eline geçirdiği ince bir sopayı hızla yerdeki
otlara vuruyor. Sopanın çıkardığı ıslık gibi bir ses geliyor kulağıma. Bu
öfkenin sesi olmalı…
Dedemle
konuşmuyorum sonra. Bana verdiği gelin paraları (elli kuruşların üzerinde gelin
resmi vardı) almıyorum. Onun, ufacık doğradığı domateslerden yemiyorum.
İçimden kekliğin
kafesini açık bırakmak geçiyor. Nasıl olsa kedinin biri kekliği kapar. Ben de
ondan öcümü almış olurum. Bu fikir hoşuma gidiyor. Teyzemin okulda olduğu,
ninemin halı dokuduğu bir zaman kollayıp usulca, tel örgülü büyük kafese
yaklaşıp kapısını açıyorum. Eve girdiğinde hiçbirşeyle ilgilenmeden kafesin
başına koşturan dedemden alabileceğim en iyi öc bu olmalı…
Açıyorum. Kuş
özgürlüğüne ve ölümüne bir iki kanat çırpışıyla ulaşıveriyor.
Komşunun iri
yarı sarı kedisi, ağzında dedemin canı kadar sevdiği keklik ile gözden
kayboluyor.
***
Odadan çıkıp,
ninemin yanına gidiyorum. Halı iplerinin kokusunu burnumda duya duya dalıyorum
motiflerin gizine. Keklik tamamen aklımdan çıkıyor.
Ne kadar zaman
geçtiğini bilmiyorum. Okuldan dönen teyzemin çığlığı patlıyor evin içinde.
-Anne! Keklik
yok kafesinde! Babamın kekliği kafesinde yok!
Çığlığı
ürkütüyor beni. Ağlıyorlar. Dedem geldiğinde ona ne söyleyeceklerini düşünüp
düşünüp ağlıyorlar. Ben de ağlıyorum. Teyzemi üzdüğüm için ağlıyorum. Kekliğe
ağlıyorum.
Gelmesin,
dediğimiz an geliyor. Dedem görünüyor çeşmenin başında. Teyzem iyice
telaşlanıyor. Dedemin boyu-posu gözümde büyüdükçe büyüyor. Yanında, ellerini
cebine sokmuş usul usul yürüyen Ömer’i görüyorum. O da geliyor eve doğru. Şimdi
daha çok korkuyorum.
Ağlıyor dedem
duyduğunda. İlk kez bir erkeğin ağladığını görüyorum. Teyzem yeminler ediyor;
“Ben kafesin kapısını örtmüştüm baba” diyor. Kapısı açık kafesi yerden kaldıran
Ömer’in başını okşuyor dedem. Şaşırıyorum. Bir nineme, bir dedeme, bir de
Ömer’e bakıyorum.
“Kızmadın mı
yani?” diye soruyorum dedeme.
“Niye kızmam
gerekiyordu?” diye soruyor dedem.
“Ömer’in buraya
geldiğine”
“Neden kızayım
ki?”
“Hani sen
demişsin ya, kızların kız arkadaşı olur, kızlarla erkekler oynamaz diye...”
Başını kaldırıp
ninemin yüzüne bakıyor ters ters. Ninem başını öne eğiyor. Neler olduğunu anlamıyorum.
“Bırak böyle şeyleri hatun” diyor dedem nineme yüksek sesle. “Bırak da oynasın
çocuklar istedikleri gibi. Sen ne bakıyorsun Hatice kadına; varsın o oynatmazsa
oynatmasın kızını komşunun oğluyla. Çocuk bunlar daha… Bırak da gönüllerince
oynasınlar…”
***
Kapının
aralığından gökyüzüne bakıyorum.
Uzaklardan bir
kuş sürüsü Kapı Dağı’na doğru uçuyor.
ÇOCUKLUĞUM ELLERİMDE CEVİZ KINASI
/ÇOCUKLUĞUM PASLI
ANAHTARLI BİR KAPI ARDINDA
DÜŞLER SATIN ALDIM
GECELERİ
GELİN PARALAR SIMSIKI
AVUCUMDA/
İşte yıllar
sonra, toprak sıvası dökülmüş, her yanını örümcek ağları sarmış eski anılar
kokan, çocukluğumu sakladığım bu evin gıcırdayan merdivenlerindeyim.
-Anne burası çok
kötü kokuyor.
-İstersen sen
beni dışarıda bekle.
Çıkıyor kızım.
Üzerindeki giysiyi kot pantolon ve yeşil tişört değil de turuncu-beyaz bir
elbise gibi görüyorum. Elleri sanki çamur içinde.
Çocukluğum;
minicik elleriyle burnunu tutup babasının yanına, kurumuş kiraz ağacının altına
koşuyor. Ayağındaki spor ayakkabıların toz-toprak olmamasına özen göstererek.
Yukarı odaya
çıkıyorum. Sulanıp, yamalı bir bohça içinde yumuşamayı bekleyen yufka
ekmeklerin kokusunu duyuyorum boş odada. Odanın bir ucundan diğer ucuna çamaşır
ipi gerer, gerilen o ipin üzerine de elbiselerimi asardı teyzem. O ipten
rengarenk düşler giyiyorum üzerime şimdi… Kırık camların arasından, parmak
uçlarımda kalkmadan, ayağımın altına tabure koymadan dışarıya bakıyorum.
Köşedeki çeşme artık akmıyor. Sadece paslı bir boru kalmış ortasında.
Yıllar
öncesindeyim sanki. Ninem, halı dokuyor dış kapının hemen girişine kurulan
kocaman tezgahta. Başının üzerinden renkli ipler sarkıyor. O, hangi renk ipi
kullanmak istiyorsa uzunca bir parça kesiyor ipten ve çabucacık karanfiller,
güller, mor menekşeler işleyiveriyor.
Ninem,
hastalıklı çocukluğunu, çilekeş genç kızlığını, asla bilemediği kadınlığını
halı köşelerinde motif motif anlatıyor.
Kızımın sesini
duyuyorum, beni çağırıyor. “Geliyorum!” diyorum. Aşağıya iniyorum. Aşağı
odalara dedemin sigara kokusu sinmiş sanki. Örümcek ağlarının arkalarından O’nu
görüyorum. Köşe minderine bağdaş kurup oturmuş. Kırmızı saplı çakısı ile
elindeki dal parçasını yontuyor dalgın dalgın.
Kapının önündeki
findık ağaçları hala duruyor. Ömer’i düşünüyorum. Yeşil ceviz yapraklarıyla
ellerimize kınalar yaktığımız Ömer’i. Uzaklardan ıslığı geliyor; kendi kimbilir
nerelerde?
Ceviz ağacının
altına gidiyorum. Eğilip taş topluyorum yerden. Baştaş yapıyorum birini. Kızım
koşarak geliyor yanıma.
-
Sıkıldım anne, gidelim artık hadi!
-
Gidelim…
Bahçenin tahta kapısını, işte öylesine kapatıp, ağzımda yufka tadı,
burnumda sigara kokusu, çocukluğum ellerimde ceviz kınası arabaya biniyorum.
Kızımla birlikte büyümeye doğru yol alıyoruz.
"Bahçenin tahta kapısını, işte öylesine kapatıp, ağzımda yufka tadı, burnumda sigara kokusu, çocukluğum ellerimde ceviz kınası arabaya biniyorum.
YanıtlaSilKızımla birlikte büyümeye doğru yol alıyoruz." diyorsun
"büyümeyelim anne, büyüyelim daha iyi, hep birlikte, yalnız, yapayalnız, küçük kalalım,düş kokalım, gerçek kanatmasın çalmasın düşlerimi benden..." sevgiyle