20 Mayıs 2012 Pazar

ÇOCUKLUĞUM ELLERİMDE CEVİZ KINASI


ASMA DALLARININ ARASINDAN GÖRÜNEN YOL

Toprak sıvalı, iki katlı evin üst katındayız. Beline kadar inen saçlarını tek örgü yapmış teyzem, boydan boya gerili ipin üzerine astığı giysilerden, en güzelini seçip beni giydirmeye çalışıyor. “Bir dolap olsa… İzmir’deki evimizdeki kadar olsa yeter, elbiselerim burada buruşuyor” diye geçiriyorum içimden. Turuncu-beyaz renklerde, üzerine alfabenin tüm harflerinin serpiştirildiği bir elbise bu, giyiyorum. Saçlarımı tarıyor, onun saçları hep aynı; hep uzun. Yüzü hep üzgün. Güldüğünü çok az görüyorum. Onu genellikle halı dokurken, dedeme el havlusu uzatırken, isli-karanlık bir odada (burasının adı ekmek odası) yufka pişirirken görüyorum. Şehirdeki genç kızlardan çok farklı teyzem. Yüzü onlar kadar canlı değil. Şehirde dillere destan olmuş şarkıların hiçbirini bilmiyor.
Ben önde, o arkada tahta merdivenlerden aşağıya iniyoruz. Bugün annemle babam gelecek İzmir’den. Bu güzel giysileri onlar için giyiyorum. Saçlarıma beyaz koca kurdelaları onlar için takıyorum.
Pencerede, asma dallarının arasından yola bakarak onları beklemektense, ilerideki ceviz ağacının altında beklemek istiyorum. Ömer’le çamur oynadığımızda zaman ne kadar çabuk geçiyordu; şimdi ise bir türlü geçmek bilmiyor. Artık sabırsızlanmaya başladığım bir anda, beyaz renkli otomobilin içinde görünüyorlar. Ne kadar özlemişim… Arabadan deli gibi inen annem bana sımsıkı sarılıyor. Ve ağlıyor. Önümde diz çöküp, beni omzuna bastırıp hıçkırarak ağlıyor. (O ana kadar ben, hep kötü şeyler olduğunda ağlanır sanıyorum) Gözündeki yaşlar, çenesinde yan yana duran iki kahverengi beni ıslatıyor.

Sonraki yaşlarımda annemin yüzündeki o iki ben, bana hep sımsıcak bir omuzu ve Ağustos ortasında serin bir akşamüstünü anımsatıyor.

KİRAZ AĞACINA KUŞLAR KONMUŞ

-Yine dadanmışlar kirazlara!
Bize doğru fırlatılan birkaç toprak parçası yanımızdan geçip gidiyor. Teyzemle, elimizdeki kovaları uzanabildiğimiz en yüksek dala asıyoruz. Kuşlardan arta kalan (ninemin söylediği gibi kuşyeniği olmayan) kirazları kovanın içine rasgele atıyoruz. Doldurduğumuz kovayı, nineme uzatıp, ondan aldığımız boş kovayı asmak için yeni bir dal arıyoruz. Bu böyle ne kadar sürüyor bilmiyorum ama, ne beline kadar uzanmış saçları, mavi başörtülü teyzem yoruluyor kirazları toplamaktan; ne de durmadan “kiraza kuşlar konmuş, taşlayayım şunları” diyen ninem. Ben bu oyunu çok seviyorum.

Bahçe kapısının eşiğinde, iyice kısalmış ve yıpranmış pantolonuyla beliriyor Ömer. Kiraz dalları arasından görüyorum onu. Çarçabuk ağaçtan inip yanına koşuyorum. Yine, her zamanki gibi ceviz ağacının altında alıyoruz soluğu.

Çok geçmeden İnesaralılar’ın (onlara takılan lakap buydu) iki kızı da çıkıp geliyorlar yanımıza. Onları istemiyorum. Ben Ömer’le yalnız oynamak istiyorum. Ömer, yalnız bana çamurdan hamam nasıl yapılır öğretsin istiyorum. Çeşmenin başına kadar benimle yarışsın istiyorum. Tarlalardaki köstebek yuvalarını çomaklarla ikimiz bozalım, yılanların kuyruklarını ikimiz kopartalım istiyorum.  Oysa Ömer, cevizin altında en büyük hamamı onlarla birlikte yapıyor. Üstümü silkeleyip eve gidiyorum.

Bütün kiraz ağaçlarıma kuşlar dadanıyor…

***
-          Bulgur aşı yaptım, deden beklemez! Hadin gari tez gelin! diye bağırıyor ninem.
Ömer’i beklemeden koşturuyorum. Daha bahçe kapısında burnuma geliyor bulgur pilavının kokusu. Kapının önündeki kiraz ağacının altında bağdaş kurmuş oturuyor dedem. Kasketini başından çıkartıp ağacın bir dalına asmış. Kareli sofra bezini dizlerimin üzerine çekip oturuyorum.

Teyzem, dedemin yanında her zamankinden daha suskun, daha tedirgin. Sofradan hızla kalkıyor. İçeriye gidip, elindeki çay tabağına koyduğu iri taneli tuzla geri dönüyor.

Dedem, cebinden çıkardığı kırmızı saplı çakısıyla domatesleri (o domat diyor) küçük küçük doğruyor önündeki plastik tabağa. Sonra yufkadan bir parça kopartıp, iki kenarından tutup katlıyor ve sanki kaşık gibi daldırıyor bulgur pilavının içine. Dedemin ağzı karanlık, kocaman bir mağara gibi görünüyor bana. Teyzemin eze eze sulandırarak kese yoğurdundan yaptığı ayranı, tasıyla dikiyor kafasına. Sonra da eğilip sofra bezine siliyor dudağının kenarını.

İncecik kilimin altındaki iri topraklar batıyor ayaklarıma. Canım acıyor ama sesimi çıkartamıyorum. Dedemden çekinmek, korkmak teyzemden bana bulaşıyor sanki. Ömer’e bakıyorum göz ucuyla. Cevizin altında oturmuş çamurdan hamam yapıyor hala. Onu sırtından görüyorum. Yemeğe bile gelmiyor. Bir daha onunla oynamayacağım. Çünkü o en büyük hamamı Elif’le yapıyor.

Teyzem sofrayı topluyor aceleyle. Dedem, parlak renkli sigara tablasını açıyor. Dikdörtgen beyaz bir kağıt çıkartıp, tütünü içine seriyor özenle. Dudaklarında gezdirip diliyle kenar kısmını yalıyor. Cebinden çıkarttığı çakmakla (o muhtar çakmağı diyor) yakıyor sonra. Ve yarı yarıya dökülmüş saçlarını sıvazlayıp kasketini başına geçiriyor.

ASIK YÜZLÜ, GÜLER YÜREKLİ ADAM

Gül bahçelerini ardımızda bırakıyoruz. Babı’nın (bu yaşlı eşeğimizin adı) bıyıklarından sular damlıyor taşların üzerine. İlerideki evin önündeki kadınlar, griye dönmüş giysilerini odun ateşiyle zift gibi olmuş kazanların içinden tas tas döktükleri dumanlı sularla beyazlatmaya çalışıyorlar. Babı’nın semerinden iniyorum aşağıya. Ninem boynundaki ipten çekiştirip evin alt tarafındaki ahıra doğru sürüklüyor onu. Babı için çok üzülüyorum. Sanki üzerinde o semer ve ben varken daha da yorulduğunu düşünüyorum. Bunun için de, bağ evine yürüyerek gidip gelmek istiyorum. Ne var ki ninem ıslarla Babı’nın sırtına binmemi istiyor.

Üzerinde yuvarlak havalandırma delikleri açtığım karton kutuyu sımsıkı tutuyorum ellerimde. Gözlerimdeyse muzip ışıltılar, dedemin kahveden dönmüş olmasını dileyerek yokuşu hızla tırmanıyorum. Kutunun içindeki hayvancıklar korkuyla bir sağa, bir sola pıtır pıtır koşuşturup duruyorlar. Arkama bakıyorum. Ninem elindeki kovaları kenardaki taşların üzerine bırakıp soluklanıyor.
-Teyze! Teyze! Dedem geldi mi?

Başımı tahta kapıdan içeri uzatıyorum. Sedirin üzerindeki tel kafesin içinde onun siyah kekliğini görüyorum. “Demek ki gelmiş!” Ninem yetişiyor bana. Kapının önüne bırakıyor elindekileri, “biliyorsun çok terstir! Kızarsa karışmam” diyor. Umurumda değil. Dedemin genellikle tarlada giydiği, neredeyse boyum kadar uzun çizmelerinin içine kutudan çıkardığım minicik farelerden birkaçını bırakıyorum. Aslında, harmanlanan saman yığınlarının altında bulduğumuz bu sevimli hayvancıkları beslemek istiyorum ben.

Dedem elinde havluyla görünüyor kapının eşiğinde. Kısacık boylu bu adamın yüreği kendinden daha büyük. Duygusal… Suratı asık ama hani izin verse de girebilse insanlar yüreğine, işte orası coşku dolu.
-Nerde galdınız!
Koşup sarılıyorum ve kutuda kalan son iki fareyi de koynundan içeriye bırakıyorum telaşla.
Hiç kızmıyor. Söylenmiyor… Benimle birlikte gülüyor. Kocaman kocaman gülüyor.

KAPI DAĞI

Sabahın erken saatlerinde, kulağıma gelen tanıdık bir ıslıkla fırlıyorum yattığım yerden. Burnumu cama dayayıp dışarıya bakıyorum. Ömer gelmiş!
Merdivenleri soluk soluğa iniyorum. Özenle arayıp bulduğumuz beş tane taşı cebinden çıkartıyor. Cevizin altına gidiyoruz. Avucundaki taşları toprağın üzerine saçıyor. Ve onların birini havaya atıp, düşene kadar geçen sürede yerden bir taş alıp kenara koyuyor. Büyük bir coşkuyla oynadığımız bu oyunun adına beş taş diyoruz. Onun da benim de uğurlu saydığımız birer taşımız var. İlk kez elimize alıp baştaş yaptığımız taş hep aynısı oluyor. Dalıp gidiyoruz oyunun büyülü derinliğine…

***

İçeriye girmemi söyleyen ninemin sesi ile irkiliyoruz ikimiz de. İçeriye girmem gerektiğini söylüyor. Yoo söylemek değil bu; emrediyor… Bu saatte niye girecekmişim ki anlamıyorum. Ömer’e dönüp “sen de evine git artık” diyor. “Niye gitsin, biz oynuyoruz” diye çıkışıyorum ama o beni önüne alıp eve sokuyor. “Deden kızıyor. Büyüdün artık sen! Kız çocukları erkeklerle oynamaz! Git Elif’le oyna! Kısmet”le oyna! Artık Ömer’le oynamak yok! Dedene söylerim valla!” diyor ve kaldığı yerden halı dokumaya devam ediyor.

Öfkemden gözlerim alev alev yanıyor. Nasıl söylerim ona; “dedem kızıyormuş, artık hamam yapmak için beni çağırma, kirazın altına da gelme” diye… Hem neden kız çocukları ile erkek çocukları oynamazlarmış? Hiçbir anlam veremiyorum.

Kızıyorum dedeme, çok kızıyorum. Merdivenlerden yukarıya çıkıp, ayaklarımın altına hasır örgü tabureyi koyup asma yapraklarının arasından sokağa, Ömer’e bakıyorum. Ömer, ilerideki çeşmenin başında, eline geçirdiği ince bir sopayı hızla yerdeki otlara vuruyor. Sopanın çıkardığı ıslık gibi bir ses geliyor kulağıma. Bu öfkenin sesi olmalı…

Dedemle konuşmuyorum sonra. Bana verdiği gelin paraları (elli kuruşların üzerinde gelin resmi vardı) almıyorum. Onun, ufacık doğradığı domateslerden yemiyorum.

İçimden kekliğin kafesini açık bırakmak geçiyor. Nasıl olsa kedinin biri kekliği kapar. Ben de ondan öcümü almış olurum. Bu fikir hoşuma gidiyor. Teyzemin okulda olduğu, ninemin halı dokuduğu bir zaman kollayıp usulca, tel örgülü büyük kafese yaklaşıp kapısını açıyorum. Eve girdiğinde hiçbirşeyle ilgilenmeden kafesin başına koşturan dedemden alabileceğim en iyi öc bu olmalı…

Açıyorum. Kuş özgürlüğüne ve ölümüne bir iki kanat çırpışıyla ulaşıveriyor.
Komşunun iri yarı sarı kedisi, ağzında dedemin canı kadar sevdiği keklik ile gözden kayboluyor.

***
Odadan çıkıp, ninemin yanına gidiyorum. Halı iplerinin kokusunu burnumda duya duya dalıyorum motiflerin gizine. Keklik tamamen aklımdan çıkıyor.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Okuldan dönen teyzemin çığlığı patlıyor evin içinde.
-Anne! Keklik yok kafesinde! Babamın kekliği kafesinde yok!
Çığlığı ürkütüyor beni. Ağlıyorlar. Dedem geldiğinde ona ne söyleyeceklerini düşünüp düşünüp ağlıyorlar. Ben de ağlıyorum. Teyzemi üzdüğüm için ağlıyorum. Kekliğe ağlıyorum.

Gelmesin, dediğimiz an geliyor. Dedem görünüyor çeşmenin başında. Teyzem iyice telaşlanıyor. Dedemin boyu-posu gözümde büyüdükçe büyüyor. Yanında, ellerini cebine sokmuş usul usul yürüyen Ömer’i görüyorum. O da geliyor eve doğru. Şimdi daha çok korkuyorum.

Ağlıyor dedem duyduğunda. İlk kez bir erkeğin ağladığını görüyorum. Teyzem yeminler ediyor; “Ben kafesin kapısını örtmüştüm baba” diyor. Kapısı açık kafesi yerden kaldıran Ömer’in başını okşuyor dedem. Şaşırıyorum. Bir nineme, bir dedeme, bir de Ömer’e bakıyorum.

“Kızmadın mı yani?” diye soruyorum dedeme.
“Niye kızmam gerekiyordu?” diye soruyor dedem.
“Ömer’in buraya geldiğine”
“Neden kızayım ki?”
“Hani sen demişsin ya, kızların kız arkadaşı olur, kızlarla erkekler oynamaz diye...”

Başını kaldırıp ninemin yüzüne bakıyor ters ters. Ninem başını öne eğiyor. Neler olduğunu anlamıyorum. “Bırak böyle şeyleri hatun” diyor dedem nineme yüksek sesle. “Bırak da oynasın çocuklar istedikleri gibi. Sen ne bakıyorsun Hatice kadına; varsın o oynatmazsa oynatmasın kızını komşunun oğluyla. Çocuk bunlar daha… Bırak da gönüllerince oynasınlar…”

***

Kapının aralığından gökyüzüne bakıyorum.
Uzaklardan bir kuş sürüsü Kapı Dağı’na doğru uçuyor.


ÇOCUKLUĞUM ELLERİMDE CEVİZ KINASI

/ÇOCUKLUĞUM PASLI ANAHTARLI BİR KAPI ARDINDA
DÜŞLER SATIN ALDIM GECELERİ
GELİN PARALAR SIMSIKI AVUCUMDA/

İşte yıllar sonra, toprak sıvası dökülmüş, her yanını örümcek ağları sarmış eski anılar kokan, çocukluğumu sakladığım bu evin gıcırdayan merdivenlerindeyim.
-Anne burası çok kötü kokuyor.
-İstersen sen beni dışarıda bekle.
Çıkıyor kızım. Üzerindeki giysiyi kot pantolon ve yeşil tişört değil de turuncu-beyaz bir elbise gibi görüyorum. Elleri sanki çamur içinde.

Çocukluğum; minicik elleriyle burnunu tutup babasının yanına, kurumuş kiraz ağacının altına koşuyor. Ayağındaki spor ayakkabıların toz-toprak olmamasına özen göstererek.

Yukarı odaya çıkıyorum. Sulanıp, yamalı bir bohça içinde yumuşamayı bekleyen yufka ekmeklerin kokusunu duyuyorum boş odada. Odanın bir ucundan diğer ucuna çamaşır ipi gerer, gerilen o ipin üzerine de elbiselerimi asardı teyzem. O ipten rengarenk düşler giyiyorum üzerime şimdi… Kırık camların arasından, parmak uçlarımda kalkmadan, ayağımın altına tabure koymadan dışarıya bakıyorum. Köşedeki çeşme artık akmıyor. Sadece paslı bir boru kalmış ortasında.

Yıllar öncesindeyim sanki. Ninem, halı dokuyor dış kapının hemen girişine kurulan kocaman tezgahta. Başının üzerinden renkli ipler sarkıyor. O, hangi renk ipi kullanmak istiyorsa uzunca bir parça kesiyor ipten ve çabucacık karanfiller, güller, mor menekşeler işleyiveriyor.

Ninem, hastalıklı çocukluğunu, çilekeş genç kızlığını, asla bilemediği kadınlığını halı köşelerinde motif motif anlatıyor.

Kızımın sesini duyuyorum, beni çağırıyor. “Geliyorum!” diyorum. Aşağıya iniyorum. Aşağı odalara dedemin sigara kokusu sinmiş sanki. Örümcek ağlarının arkalarından O’nu görüyorum. Köşe minderine bağdaş kurup oturmuş. Kırmızı saplı çakısı ile elindeki dal parçasını yontuyor dalgın dalgın.

Kapının önündeki findık ağaçları hala duruyor. Ömer’i düşünüyorum. Yeşil ceviz yapraklarıyla ellerimize kınalar yaktığımız Ömer’i. Uzaklardan ıslığı geliyor; kendi kimbilir nerelerde?

Ceviz ağacının altına gidiyorum. Eğilip taş topluyorum yerden. Baştaş yapıyorum birini. Kızım koşarak geliyor yanıma.
-          Sıkıldım anne, gidelim artık hadi!
-          Gidelim…

Bahçenin tahta kapısını, işte öylesine kapatıp, ağzımda yufka tadı, burnumda sigara kokusu, çocukluğum ellerimde ceviz kınası arabaya biniyorum.

Kızımla birlikte büyümeye doğru yol alıyoruz.


1 yorum:

  1. "Bahçenin tahta kapısını, işte öylesine kapatıp, ağzımda yufka tadı, burnumda sigara kokusu, çocukluğum ellerimde ceviz kınası arabaya biniyorum.
    Kızımla birlikte büyümeye doğru yol alıyoruz." diyorsun
    "büyümeyelim anne, büyüyelim daha iyi, hep birlikte, yalnız, yapayalnız, küçük kalalım,düş kokalım, gerçek kanatmasın çalmasın düşlerimi benden..." sevgiyle

    YanıtlaSil