HIDIRELLEZ DİLEKLERİ
Sokak çocuklarıydık. Akşamları
başımızı sokacağımız bir evimiz vardı elbette ama diğer bütün zamanımızı
sokakta oyunlar oynayarak geçiriyorduk. Bilgisayar oyunları değil, ‘gerçek’
oyunlarımız vardı. Dizlerimizde ‘gerçek’ yaralarımız, yaralarımızdan sızan ‘gerçek’
kanlar vardı.
Sokaklar, çocuk oyunları için en
uygun alanlardı. Saklanmaya uygun bahçelerimiz, top oynarken birinden diğerine
ip germek için yüksek ağaçlarımız, gazoz kapaklarından mutfak malzemelerimizi
yayıp oynayabileceğimiz kapı önlerimiz, tellerden eğip büküp yaptığımız el
arabalarımızı yarıştırabileceğimiz kaldırımlarımız vardı.
Sokak çocuklarıydık. Akşam
ezanından önce eve girmemiz, komşumuzun bahçesinden erik çalmamamız, pazardan
dönen teyzelerin elinden filelerini almamız, otobüste büyüklerimize yer
vermemiz, okulda öğretmenlerimizin sözünden çıkmamamız öğütlenirdi. Erik
çalsak, ağır filelerle evine üfleye püfleye dönen teyzeleri görünce yolumuzu
değiştirsek, okulda tek ayak üstünde durma cezasını göze alarak haylazlık
yapsak bile akşam ezanından önce eve girmememiz asla söz konusu olamazdı. Çünkü
eve babadan sonra girilmezdi. Hıdırellez geceleri hariç.
Bu yasak yalnızca Hıdırellez
akşamları bir geceliğine kaldırılırdı. Hıdırellez; “akşamın geç saati eve girebilmek”
demekti biraz da bizim için. Arkadaşlarla daha çok oyun demekti. Anneler
pencerelerin tül perdelerini aralayıp; “baban şimdi gelir, çabuk eve!” diye
bağırmazlardı o gece.
Annemin anlatmasına göre
Hıdırellezin anlamı şuydu; Hz. Hızır ile Hz. İlyas, ölümsüzlük suyundan
içmişler ve o andan itibaren ölümsüzlüğe kavuşmuşlar; Hızır karada yaşayan
insanların, İlyas ise denizdekilerin yardımcısı olmuş. Hızır ile İlyas 6 Mayıs
tarihinde buluşurlarmış. “Onların buluştukları tek gün olan güne Hıdırellez
denir, biz de bunu kutlarız” diye açıklardı annem. Aslında bu günün anlamı çok
da önemli değildi. Dediğim gibi benim için önemli olan gece yarılarına kadar
süren oyunlardı.
Aşağı mahalle, yukarı mahalle
kavramlarımız vardı. Biz, aşağı mahallede otururduk. 12-13 çocuktuk. Hıdırellez
akşamını iple çeker, içimizde olmasını çok istediğimiz sırrımızı o akşam yazılacak dileklere ertelerdik. Kağıtlara
dileğimizi yazar, pantolonumuzun cebine tıkıştırır, boyumuzdan büyük ateşin
üzerinden atlarken gerçek olmasını yürekten dilerdik.
Yukarı mahallenin çocuklarıyla
her ne kadar gündüz oyunlarını paylaşsak da, hıdırellez akşamları gizliden
gizliye bir rekabet oluşturur, mahallenin ortasına daha büyük ateşi yakmak için
sabahtan hazırlıklara başlardık. Herkes çevre tarlalara, bahçelere dağılır
çalı, çırpı, gazete, lastik, kutu, ayakkabı, çer-çöp ne bulursa meydana
yığardı.
11 yaşındaydım. Mayıstı. Çiçek
kokuyordu aşağı mahalle. Remzi amcanın gece-gündüz demeden çalmayalım diye başlarında
nöbet tuttuğu katmerli güller, siyah demir bahçe korkuluğundan dışarıya
başlarını uzatmışlardı. Hıdırellezdi ve bahçelere girip gül çalmak adettendi. Ama
bu zorlu iş, ateş üstünden atlama şöleninden sonraya ertelenirdi. Çünkü saat geç
olurdu, Remzi amca beklemekten ve çocukları elindeki hortumla ıslatmaktan
yorulur uykuya dalardı.
Sabah uyanır uyanmaz meydanda
buluştuk. Hangimiz nereye dağılacağız, neler toplayacağız planladık. Herkes
görevini gayet iyi ezberledi. Yukarı mahallenin yaktığı ateşten daha büyük bir
ateşimiz olacaktı bu hıdırellezde. Ne bulduysak getirip meydana, dört yol
ağzına yığdık. Akşamüzerine kadar kan ter içinde sağa sola koşuşturup durduk.
Hava kararmaya yakın bir saatte, yakacağımız ateşin başına bir nöbetçi dikip
evlerimize, dileklerimizi yazmaya gittik.
O çok istediğim, önü sepetli
beyaz bisiklet yakında benim olacaktı. Küçük kağıda büyük harflerle “BİSİKLET”
yazmıştım çünkü. Diğer çocukların yazdığı dileklerin de benimkinden farklı
olmadığını biliyordum. Karnesinde matematiğin beş olması, kenarları beyaz çizgili
spor ayakkabıya biran önce sahip olmak gibi çocukça dileklerimiz vardı işte.
Dileğimi yazdığım kağıdı özenle katlayıp
pantolonumun cebine koydum. Koşarak sokağa çıktım. Meydana bir solukta vardım.
Bütün gün yakmak için biriktirdiğimiz çalı çırpının başına geldiğimde
mahallenin bütün çocukları oradaydı. Heyecanımızdan yerimizde duramıyorduk.
Aklım, cebimdeki küçücük kağıda sıkıştırdığım beyaz bisikletteydi. Artık, diğer
çocukların bisikletlerinin selesine binmek zorunda kalmayacaktım. Nihayet benim
de olacaktı bir tane. Mehmet’le yarış bile yapabilirdik ilerideki yazlık
sinemanın kapısına kadar. Mahallede en hızlı bisiklet kullanan oydu. Ben de
iyiydim ama. Hızlı kullanırdım bisikleti. Önündeki rengarenk fırıldak rüzgarla
deli gibi dönerdi. Ama daha ne kadar “Bir tur versene, köşeye kadar…” diye
isteyip duracaktım diğer çocuklardan. Bu gece hıdırellezdi. Bu gece,
dileklerini yazıp ateşin üstünden atlayan herkesin istekleri gerçek olurdu. Benim
de olacaktı.
Sonra hava aniden kapattı. Sonra
bulutlandı birden gökyüzü. Sonra yağmur yağmaya başladı. Ateşi yakmamıza,
üstünden atlamamıza, bisiklete çok az zaman kalmıştı oysa ki… Yakmak için
topladığımız, meydana yığdığımız bütün her şey sırılsıklam ıslandı. Dinmedi o
gece. Sabaha kadar yağdı yağdı yağdı… Anneler çocuklarına “çabuk eve!” diye seslendi
pencerelerden. Bütün çocuklar evlerine, yataklarına girdiler.
Uykuya dalmadan önce Hıdır’la
İlyas’ı düşündüm “ıslanmışlar mıdır
acaba” diye… Bir de hiç olmayacak dileğimi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder