5 Mayıs 2012 Cumartesi

HIDIRELLEZ DİLEKLERİ




HIDIRELLEZ  DİLEKLERİ

Sokak çocuklarıydık. Akşamları başımızı sokacağımız bir evimiz vardı elbette ama diğer bütün zamanımızı sokakta oyunlar oynayarak geçiriyorduk. Bilgisayar oyunları değil, ‘gerçek’ oyunlarımız vardı. Dizlerimizde ‘gerçek’ yaralarımız, yaralarımızdan sızan ‘gerçek’ kanlar vardı.

Sokaklar, çocuk oyunları için en uygun alanlardı. Saklanmaya uygun bahçelerimiz, top oynarken birinden diğerine ip germek için yüksek ağaçlarımız, gazoz kapaklarından mutfak malzemelerimizi yayıp oynayabileceğimiz kapı önlerimiz, tellerden eğip büküp yaptığımız el arabalarımızı yarıştırabileceğimiz kaldırımlarımız vardı.

Sokak çocuklarıydık. Akşam ezanından önce eve girmemiz, komşumuzun bahçesinden erik çalmamamız, pazardan dönen teyzelerin elinden filelerini almamız, otobüste büyüklerimize yer vermemiz, okulda öğretmenlerimizin sözünden çıkmamamız öğütlenirdi. Erik çalsak, ağır filelerle evine üfleye püfleye dönen teyzeleri görünce yolumuzu değiştirsek, okulda tek ayak üstünde durma cezasını göze alarak haylazlık yapsak bile akşam ezanından önce eve girmememiz asla söz konusu olamazdı. Çünkü eve babadan sonra girilmezdi. Hıdırellez geceleri hariç.

Bu yasak yalnızca Hıdırellez akşamları bir geceliğine kaldırılırdı. Hıdırellez; “akşamın geç saati eve girebilmek” demekti biraz da bizim için. Arkadaşlarla daha çok oyun demekti. Anneler pencerelerin tül perdelerini aralayıp; “baban şimdi gelir, çabuk eve!” diye bağırmazlardı o gece.

Annemin anlatmasına göre Hıdırellezin anlamı şuydu; Hz. Hızır ile Hz. İlyas, ölümsüzlük suyundan içmişler ve o andan itibaren ölümsüzlüğe kavuşmuşlar; Hızır karada yaşayan insanların, İlyas ise denizdekilerin yardımcısı olmuş. Hızır ile İlyas 6 Mayıs tarihinde buluşurlarmış. “Onların buluştukları tek gün olan güne Hıdırellez denir, biz de bunu kutlarız” diye açıklardı annem. Aslında bu günün anlamı çok da önemli değildi. Dediğim gibi benim için önemli olan gece yarılarına kadar süren oyunlardı.

Aşağı mahalle, yukarı mahalle kavramlarımız vardı. Biz, aşağı mahallede otururduk. 12-13 çocuktuk. Hıdırellez akşamını iple çeker, içimizde olmasını çok istediğimiz sırrımızı  o akşam yazılacak dileklere ertelerdik. Kağıtlara dileğimizi yazar, pantolonumuzun cebine tıkıştırır, boyumuzdan büyük ateşin üzerinden atlarken gerçek olmasını yürekten dilerdik.

Yukarı mahallenin çocuklarıyla her ne kadar gündüz oyunlarını paylaşsak da, hıdırellez akşamları gizliden gizliye bir rekabet oluşturur, mahallenin ortasına daha büyük ateşi yakmak için sabahtan hazırlıklara başlardık. Herkes çevre tarlalara, bahçelere dağılır çalı, çırpı, gazete, lastik, kutu, ayakkabı, çer-çöp ne bulursa meydana yığardı.

11 yaşındaydım. Mayıstı. Çiçek kokuyordu aşağı mahalle. Remzi amcanın gece-gündüz demeden çalmayalım diye başlarında nöbet tuttuğu katmerli güller, siyah demir bahçe korkuluğundan dışarıya başlarını uzatmışlardı. Hıdırellezdi ve bahçelere girip gül çalmak adettendi. Ama bu zorlu iş, ateş üstünden atlama şöleninden sonraya ertelenirdi. Çünkü saat geç olurdu, Remzi amca beklemekten ve çocukları elindeki hortumla ıslatmaktan yorulur uykuya dalardı.

Sabah uyanır uyanmaz meydanda buluştuk. Hangimiz nereye dağılacağız, neler toplayacağız planladık. Herkes görevini gayet iyi ezberledi. Yukarı mahallenin yaktığı ateşten daha büyük bir ateşimiz olacaktı bu hıdırellezde. Ne bulduysak getirip meydana, dört yol ağzına yığdık. Akşamüzerine kadar kan ter içinde sağa sola koşuşturup durduk. Hava kararmaya yakın bir saatte, yakacağımız ateşin başına bir nöbetçi dikip evlerimize, dileklerimizi yazmaya gittik.

O çok istediğim, önü sepetli beyaz bisiklet yakında benim olacaktı. Küçük kağıda büyük harflerle “BİSİKLET” yazmıştım çünkü. Diğer çocukların yazdığı dileklerin de benimkinden farklı olmadığını biliyordum. Karnesinde matematiğin beş olması, kenarları beyaz çizgili spor ayakkabıya biran önce sahip olmak gibi çocukça dileklerimiz vardı işte.

Dileğimi yazdığım kağıdı özenle katlayıp pantolonumun cebine koydum. Koşarak sokağa çıktım. Meydana bir solukta vardım. Bütün gün yakmak için biriktirdiğimiz çalı çırpının başına geldiğimde mahallenin bütün çocukları oradaydı. Heyecanımızdan yerimizde duramıyorduk. Aklım, cebimdeki küçücük kağıda sıkıştırdığım beyaz bisikletteydi. Artık, diğer çocukların bisikletlerinin selesine binmek zorunda kalmayacaktım. Nihayet benim de olacaktı bir tane. Mehmet’le yarış bile yapabilirdik ilerideki yazlık sinemanın kapısına kadar. Mahallede en hızlı bisiklet kullanan oydu. Ben de iyiydim ama. Hızlı kullanırdım bisikleti. Önündeki rengarenk fırıldak rüzgarla deli gibi dönerdi. Ama daha ne kadar “Bir tur versene, köşeye kadar…” diye isteyip duracaktım diğer çocuklardan. Bu gece hıdırellezdi. Bu gece, dileklerini yazıp ateşin üstünden atlayan herkesin istekleri gerçek olurdu. Benim de olacaktı.

Sonra hava aniden kapattı. Sonra bulutlandı birden gökyüzü. Sonra yağmur yağmaya başladı. Ateşi yakmamıza, üstünden atlamamıza, bisiklete çok az zaman kalmıştı oysa ki… Yakmak için topladığımız, meydana yığdığımız bütün her şey sırılsıklam ıslandı. Dinmedi o gece. Sabaha kadar yağdı yağdı yağdı… Anneler çocuklarına “çabuk eve!” diye seslendi pencerelerden. Bütün çocuklar evlerine, yataklarına girdiler.

Uykuya dalmadan önce Hıdır’la İlyas’ı  düşündüm “ıslanmışlar mıdır acaba” diye… Bir de hiç olmayacak dileğimi…




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder