Uzaktasın ya; albümü çıkarttım
yüzünü görmek için.
Çocukluk fotoğraflarım var
seninle. Fuarda çimlerin üzerine uzanmışız. Bileğimde olmazsa olmaz balonum. Sen
çok yakışıklısın, ben çok mutlu. Fuarın kapısından girdiğimizde başlardı
soruların;
“Kalabalıkta kaybolursan kime gideceksin?”
“Polis amcaların yanına…”
“Adresini biliyor musun diye sorarlarsa ne diyeceksin?”
Hızlı hızlı söylerdim ev
adresimizi. Aferini alırdım senden. Senden “Aferin” almak bileği balonlu
yaşlarımda ne kadar önemliyse, şimdi de önemli…
Başka bir fotoğraf; Balıklıova’da
kayaların üzerindeyiz Fotoğraf çekmeye meraklı olan annem olduğundan mıdır
neden bilmiyorum; annemle yan yana çekilmiş hiç fotoğrafım yok. Yüzmeyi sen
öğrettin bana. Kıyıdan epey açıldığımızın farkına bile varmadan, bir teneke
kutuyu yakalamaya çalışırken fark ettim sen tutmadan yüzebildiğimi.
Yakınımdaydın; elimi uzatsam, battığım sudan beni yukarıya çekip çıkaracak
kadar yakınımda… Ve ben o yaşlarda henüz bilmiyordum; hayatım boyunca hep elimi
uzatsam beni battığım yerden yukarıya çıkaracak olanın hep sen olacağını.
Bazı imgeler / simgeler vardır,
bazı insanlarla özdeşleştirilen. Mesela bir çakmak, mesela bir yara izi, mesela
bir şarkı, bir renk, bir kent, bir fotoğraf, bir koku, bir an… Düşündüm de sana
dair ne çok kare var kafamda. Türkülü akşamlara katık ettiğim, “burnuna kokusu
kötü gelmeye başladığında içme” diye tembihlediğin anason kokusu biraz sen
demek benim için. Roka, balık sen demek… Uzun yollarda hiç molasız yolculuklar
sen demek. Azmetmek, dayanmak, sabırlı olmak ve kimseye muhtaç olmadan çalışmak
çalışmak çalışmak sen demek. Sokak hayvanlarını beslemek, el şakaları yapmak,
güçlü sıcak kollar sen demek… Sonra biraz deli-doluluk, çokca çapkınlık sen
demek…Nerede dizi yara almış bir çocuk görsem; kanayan dizimde senin elin. Nerede kopsa “Ormanların
Gümbürtüsü” aklımda sen. Ekmek arası köftelerle çocukların baştan savıldığı Gökova’da
geçirilen yaz tatillerinde sen. Kadifekale’den dönmedolabın görüntüsü sen.
Eskiye dair fotoğraf kareleri bunlar…
Şimdi İzmir’den uzakta; İzmir’in
gürültüsünden, insanların yabancılaşmalarından, kirlilikten belki bilmediğim
bir yığın nedenden kaçıp, Kapı Dağı’na sırtını vermiş o ıssız köydesin. Kiraz
ağaçlarındaki en güzel kirazlara dokunmayıp “belki çocuklar gelirler de
toplarlar” diye geçiriyorsun aklından kimbilir. Dört yanın çiçek… Ayaklarını;
naylon, eski bir tabureye uzatmışsın. Elinde bitki çayın, masanda gözlüğün,
gazete. Üzerinde bahçeyi çapalarken giydiğin oduncu gömleğin ve ayaklarının
dibinde mutlaka bir sokak kedisi.
Düşünüyorum da bazen; kendimi
seviyorsam, kendimle ve çevremle bu kadar barışıksam eğer; beni, kendimi ve
insanları sevecek kadar iyi yetiştirmişsin.
Bir arkadaşım yıllar önce şöyle
söylemişti: “Komşunu, arkadaşını, eşini seçebilirsin ama aileni, anneni, babanı
seçemezsin.”
Şimdi bana seçme şansı verilseydi
yeni baştan, ben yine seni “baba” diye seçerdim. Kendine iyi bakıyorsun
biliyorum. Kendine bu kadar iyi bakmakla, bir anlamda, daha uzun zaman birlikte
olabilme şansını bana veriyorsun biliyor musun?
Hani hep kızıyorum, söyleniyorum
ya “gittin kilometrelerce uzağıma,
yanımızda değilsin” diye; benimki, hayatımdaki herkesi yanıbaşımda,
yakınımda isteme bencilliği belki de… Belki de bir kasabaya yerleşip;
ayaklarımın dibinde sokak kedileriyle, elimdeki bitki çayımı yudumlama
özgürlüğümün olmamasıdır bana onları söyleten.
Sen bana bakma…
Benimki “zaman” kaygısı…
Seninle daha çok “anı biriktirme”
telaşı belki de…
Hayatımdaki “Var”lığın için
kocaman teşekkürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder